Yasal -ve etik- yükümlülüklerin yanında İsrail’in Filistinlileri bir an önce aşılamak istemesine sebep olacak pek çok pragmatik etken var. Filistinlilerin aşıya ulaşmasının geciktirilmesi halinde İsrail’in toplumsal bağışıklığa ulaşması zor görünüyor
Hükümetler, vatandaşlarını COVID-19’a karşı aşılamak için seferber olmuşken bir ülke diğerlerinin önünde gidiyor: İsrail.
Ocak ayının sonlarına doğru İsrail, nüfusunun yüzde 30’dan fazlasını -Amerika, İngiltere, Fransa ve Almanya gibi yüksek gelirli diğer ülkelerin ortalamasından iki-üç kat daha yüksek oranda- aşılamıştı. İsrail aşılamada çok başarılı oldu ve geldikleri aşamada 16-18 yaş aralığını aşılamaya başladı.
Buna karşın, Batı Şeria ve Gazze’deki Filistinli nüfustan çok az sayıda insan aşı oldu. İsrail, haftalar süren uluslararası baskıların sonunda 31 Ocak günü, kesin bir takvim vermese de salgına karşı en ön cephede mücadele eden Filistinli sağlık çalışanlarının bağışıklık kazanması için 5 bin doz aşı göndereceğini söyledi. Bu, geriye kalan Filistin halkının aşıya ulaşma imkânından hâlâ yoksun olması anlamına geliyor.
Bu eşitsizlik, İsrail’in sorumluluklarını yerine getirmediğini ifade eden Amerikalı vekillerin eleştirilerine sebep olurken; Birleşmiş Milletler de İsrail’i “Filistinlilerin temel ihtiyaçlarının çözüme kavuşturulmasına yardımcı olması” yönünde uyardı. BM Orta Doğu Özel Barış Süreci Koordinatörü Tor Wennesland’e göre bunu gerçekleştirmek “İsrail’in uluslararası hukuk tarafından belirlenen sorumlulukları doğrultusunda” olacak. Uluslararası Af Örgütü, İnsan Hakları İzleme Örgütü ve Filistin ve İsrail’deki sivil toplum kuruluşları gibi insan hakları örgütleri de benzer kaygıları tekrarladı.
İşgal altındaki Batı Şeria’da çalışmış bir sağlık yönetimi ve politikası araştırmacısı olarak İsrail’in Filistinlileri aşılama programına dahil etmesinin yasal ve etik bir zorunluluk olmakla beraber kendi çıkarlarına olduğunu da söylüyorum.
Pandemi siyaseti
İsrail de birçok ülke gibi -virüsün daha bulaşıcı yeni varyantı da dahil- enfeksiyon oranlarında bir fırlama gördü.
Başbakan Binyamin Netanyahu 16 yaşın üstündeki İsraillilerin Mart sonuna kadar aşılanmış olacağına dair söz verdi – bu tarih Netanyahu’nun ciddi bir baskıyla karşı karşıya olduğu ve sadece iki yıl içinde düzenlenecek dördüncü İsrail seçimlerinin zamanına denk gelebilir.
İsrail’in bu hırslı amaca ulaşmak için Pfizer ile yaptığı anlaşmada, ABD veya herhangi bir Avrupa Birliği ülkesinin doz başına ödeyeceği fiyattan yüzde 40 daha fazla ödediği bildirildi. Bunun yanında İsrail, düzenli doz arzı karşılığında Pfizer ile tıbbi verilerini paylaşma konusunda da anlaşmaya vardı. Her iki girişim de etik ve mahremiyet sınırlarını çiğneme ihtimali barındırdığından ötürü çok eleştirildi.
Ama İsrail’in aşı seferberliğine en yüksek perdeden yöneltilen eleştiri Filistinlileri aşılamaya dahil etmemesi konusunda geldi – ve bu esnada uluslararası hukuk tarafından yasadışı kabul edilen ve işgal altındaki topraklarda kurulan İsrail yerleşim birimlerinde yaşayan yerleşimciler aşılamaya dahil edildi.
İsrail büyük çaplı küresel örgütler tarafından –Uluslararası Adalet Divanı, Birleşmiş Milletler ve Uluslararası Kızılhaç Komitesi dahil- 5 milyondan fazla Filistinlinin yaşadığı Batı Şeria ve Gazze’de işgalci güç olarak kabul ediliyor.
Peki İsrail’in Filistinlilere karşı uluslararası hukuk tarafından belirlenen sorumlulukları neler? Ve İsrail’in, özel olarak, işgal altındaki topraklarda yaşayan Filistinlilerin aşılanmasında yerine getireceği bir rolü var mı?
Cenevre’den Oslo’ya
İsrail işgalinin kısıtlamaları, özellikle de Batı Şeria ve yaklaşık 15 yıldır abluka altında tutulan Gazze’de yürürlükte olan hareket kısıtlamaları, Filistinlilerin sağlık alanındaki emeklerine onlarca yıldır ket vuruyor. Dünya Sağlık Örgütü’nün 2017 yılındaki raporu Filistinlilerin sağlığının “işgal yüzünden hiç görülmemiş bir şekilde etkilendiğini” söylüyordu.
İşgal altındaki bir halk olan Filistinlilere 1949 yılında Dördüncü Cenevre Sözleşmesi tarafından bir dizi koruma sağlanmıştı. Sağlık, hijyen ve diğer yaşama koşulları alanlarında sağlanan bu korumaların yanında sözleşme, işgal sürdükçe iki taraf arasındaki hiçbir anlaşmanın bu korumaları değiştiremeyeceğini belirtiyordu. Buna 1995 yılında geçici bir sözleşme olarak imzalanan Oslo Anlaşması da dâhildir.
Ama bazı gözlemciler Oslo Anlaşması’nda belirlenen sağlık sorumluluklarının Filistinlilere bırakılacağı yönündeki bazı maddeleri işaret ederek İsrail’in Filistinliler üzerinde artık böyle bir görevi olmadığını iddia ediyor.
Fakat Oslo Anlaşması’nda dahi standart sağlık hizmetleri ve salgın arasında bir ayrım var. Anlaşmaya göre rutin aşılamalar -hepatit B, çocuk felci, kızamık-kabakulak-kızamıkçık (MMR) gibi- İsrail’in sorumluluğu kapsamında değil. Ama salgın ve bulaşıcı hastalıklar söz konusu olduğunda tarafların “hastalığa karşı işbirliği içinde mücadele etme” zorunluluğu bulunuyor.
Şartlar virüsün yayılması için uygun
Birlikte hareket etmek akla yatkın geliyor. İşgal, Filistinlilerin sağlık hizmetlerini COVID-19 salgınından çok önce İsrail’e bağımlı hale getirmişti. Filistin Yönetimi bir Sağlık Bakanlığı idare etse de ülkenin sınırlarını kontrol edemiyor – ve bu iyi işleyen bir sağlık sistemi için bir engel teşkil ediyor. İsrail, insani yardım örgütlerinin bağışladığı ekipmanlar da dahil olmak üzere sağlık ekipmanlarının da içinde bulunduğu bütün ithalatın Filistin topraklarına girmesine izin vermek zorunda. İsrail “ikili kullanım” politikası çerçevesinde güvenlik tehlikesi arz edenler listesine aldığı pozitron emisyon tomografisi ve radyoterapi ekipmanları gibi ileri teknoloji sağlık ekipmanlarını tamamen yasaklıyor. Bunun sonucunda da kanser ya da diğer özel tedavi gerektiren hastalığı bulunan binlerce Filistinli, İsrail ya da Doğu Kudüs’teki bir hastaneye gitmek için her ay sağlık izni başvurusunda bulunmak zorunda kalıyor.
Yıllardır süren işgal ve abluka Filistinlileri, ekonomilerini ve sağlık sistemlerini ayakta tutabilmeleri için yabancı yardımlara bağımlı hale getirdi. Bu, Filistin’in İsrail’in aşılar için ödediği yüksek tutardaki parayı ödeyemeyeceği; bunun yerine Dünya Sağlık Örgütü’nün düşük gelirli ülkeler için sunduğu COVAX programı aracılığıyla Rusya’dan gelecek sevkiyatı ve büyük ilaç şirketleriyle yapılan bir avuç küçük anlaşmayı beklemek zorunda kalması demek oluyor. 1 Şubat itibariyle hiçbirinden ses çıkmış değil.
Yasal -ve etik- yükümlülüklerin yanında İsrail’in Filistinlileri bir an önce aşılamak istemesine sebep olacak pek çok pragmatik etken var. Filistinlilerin aşıya ulaşmasının geciktirilmesi halinde İsrail’in toplumsal bağışıklığa ulaşması zor görünüyor. Batı Şeria’da Filistinlilerle beraber yaklaşık 500 bin İsrailli yerleşimci yaşıyor. Sınır geçişlerinde ve kontrol noktalarında konuşlanmış olmanın yanında İsrail askerleri, ev baskınlarında ve COVID-19 salgınında dahi devam eden ev yıkımlarında Filistinlilerle doğrudan temas kuruyor. Dahası, en az 100 bin Filistinli, başta inşaat olmak üzere, çalışmak için her gün İsrail’e gidiyor ve çoğunluğu pandemi koşullarında bile işine devam ediyor.
Kısacası, iki nüfus arasındaki bağlantıyı kesmenin gerçekçi bir yolu bulunmuyor -ve COVID-19 yasal statü ya da vatandaşlık bilgilerini hesaba katmıyor. İşgal koşulları, Filistinlileri, çökmüş bir sağlık sistemiyle beraber kalabalık ve yoksul alanlarda yaşamaya mahkûm ediyor- ve şartlar şu ana kadar herhangi bir şekilde engellenemeyen virüsün topluma bulaşması için uygun bir durumda.
[Batı Şeria’da görev yapmış ve halen ABD’de doktora sonrası araştırmalarını sürdüren Sağlık Yönetimi uzmanı Yara M. Asi’nin 1 Şubat 2021 tarihinde The Conversation’da yayımlanan İngilizce orijinalinden Gökay Demirel tarafından BDS Türkiye web sitesi için Türkçeye çevrilmiştir]