BMGK’nın İsrail yerleşimleri kararı hangi bağlamda okunmalı? – Selim Sezer

Yerleşimlere, “iki devletli çözüme halel getirdiği” için değil, Filistin’deki Siyonist istilasını derinleştirdiği ve köktenci-faşist yerleşimcilerin yerel halka yönelik yeni saldırılarına imkân sağladığı için karşı çıkmak gerekir. 1967 sınırları temelinde “iki devletli” bir çözüme gidilmesi, kendi başına, Filistin sorununun adil çözümü değildir ve son tahlilde Filistin topraklarının dörtte üçünün işgalinin onaylanıp meşrulaştırılması demektir. Resmi ideolojisi yayılmacılık olan bir “devlet”in bununla yetineceğinden şüphe etmek için de yeterince sebep vardır.

Israel-feu-vert-pour-la-construction-de-98-logements-dans-une-colonie-de-Cisjordanie2016 yılının son günleri, Filistin sorununun seyri açısından belli bir önem arz eden ve bazı bakımlardan “sürpriz” olarak görülen bir gelişmeye tanık oldu: 23 Aralık 2016 günü Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde (BMGK) İsrail’in Batı Şeria ve Doğu Kudüs’teki yerleşim faaliyetlerinin derhal ve tamamen durdurulması çağrısı yapan 2334 sayılı karar, “çekimser” kalan ABD hariç, konseyin 14 üyesinin oylarıyla kabul edildi. Karar Tel Aviv’de büyük bir tepkiyle karşılanırken Netanyahu hükümeti, bu yönde oy kullanan ülkelere yaptırım uygulayacaklarını ve diplomatik ilişkilerin derecesini düşüreceklerini ilan etti. Bu karar kuşkusuz içinde bulunduğumuz konjonktürde Tel Aviv’deki hükümetin aleyhine bir nitelik taşıyor; ancak muhtemel sonuçlar hakkında abartılı beklentilere girmemek ve en önemlisi, kararın tam olarak hangi bağlam içinde alındığını doğru kavramak gerekiyor.

20. yüzyılın ilk yarısında İngiltere’nin teşvikiyle ve himayesi altında gerçekleşen Yahudi/Siyonist göçlerinin ardından 1948 yılında, Filistin topraklarının büyükçe bir bölümüne el konulması ve kanlı bir tehcir süreciyle “İsrail devleti”nin kurulduğu ilan edilmişti. Haziran 1967’deki Altı Gün Savaşı neticesinde ise İsrail, o tarihe kadar Arapların denetiminde kalmış olan son bölgelere de el koymuş ve Filistin’in tamamını yutmuştu. Bugün Birleşmiş Milletler ve “uluslararası toplum”, kolonizasyon, katliam ve tehcir yoluyla kurulan İsrail’i meşru bir devlet olarak tanırken, Gazze, Batı Şeria ve Doğu Kudüs’ü “İsrail işgali altındaki Filistin toprakları” olarak tanımlıyor. Uluslararası hukuk bir devletin işgal ettiği topraklara kendi vatandaşlarını yerleştirmesini yasakladığından, Batı Şeria’da ve Doğu Kudüs’te (ayrıca 2005’e kadar Gazze Şeridi’nde ve halen Suriye toprağı olan Golan Tepeleri’nde) kurulan İsrail yerleşim birimleri, yasadışı bir nitelik taşıyor.

Öte yandan Batı Şeria’daki ve Doğu Kudüs’teki İsrail yerleşim birimleri inşası ve bu bölgelere yönelik Siyonist göçü özellikle Netanyahu hükümeti döneminde ivmelenerek arttı. Bu durum, ’67 sınırlarının diğer tarafında İsrail işgalini kalıcı hale getirmenin bir aracı olarak kullanılırken, sonsuz ayrıcalıklarla donatılmış yerleşimcilerin yerel Filistinli nüfusa yönelik her türlü saldırıyı gerçekleştirdiği biliniyor. Batı Şeria’da Filistinlilerin “kendi topraklarında” tabanca taşıması bile yasakken, genç-yaşlı, kadın-erkek İsrailli yerleşimciler, işgal ettikleri topraklarda ağır silahlarla gezebiliyor.

Yerleşimler özellikle Kudüs bakımından hayati bir önem taşıyor, zira Netanyahu hükümetinin Kudüs’ü bütünüyle Arapsızlaştırma ve İsrail’in “ebedi başkenti” ilan etme projesi yıllardır bilfiil uygulamaya konulmuş durumda. ABD Başkanı seçilen Donald Trump’ın seçim kampanyasındaki vaadini yerine getirip ABD’nin İsrail Büyükelçiliği’ni Tel Aviv’den Kudüs’e taşıması, Netanyahu liderliğindeki Siyonist hükümete verilmiş muazzam bir hediye olacaktır.

İşte böyle bir konjonktürde alınan 2334 sayılı karar, 1967’den beri işgal altında olan topraklarda yerleşim birimi inşasının hiçbir hukuki meşruiyetinin olmadığını teyit ediyor ve yerleşimlerin derhal ve kalıcı olarak durdurulmasını talep ediyor. Kuşkusuz, konseyin neredeyse oybirliğiyle almış olduğu böyle bir kararın Siyonizm’e atılmış bir tokat olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Ancak önümüzde duran çıplak bir gerçeklik, 1948 sonunda Filistinli mültecilerin geri dönüş hakkını tanıyan 194 sayılı karardan başlayarak, İsrail’in bugüne kadar alınmış olan hiçbir BM kararına uymamış olduğu ve İsrail’e bu nedenle yaptırım uygulayan hiçbir uluslararası hukuk mekanizmasının olmadığıdır. Bu kararın da akıbetinin benzer olması kuvvetle muhtemeldir.

En az bunun kadar önemli olan bir mesele ise BMGK kararının tam olarak hangi amaçla alındığıdır. Karar metninin pek çok yerinde, mevcut durumun iki devletli çözüm imkânını zayıflattığı ve yerleşimlerin durdurulmasının böyle bir çözümün vazgeçilmez ön koşulu olduğu vurgulanıyor. Bu, Obama yönetiminin de göreve geldiği günden beri savunduğu ve bazı AB üyesi devletlerin de desteklediği bir pozisyondur. Keza bu ay içinde Fransa’da başlatılması öngörülen barış görüşmeleri de tam olarak aynı şeyi hedefliyor.

Ancak Filistin sorununa gerçek adalet arayışı perspektifiyle yaklaşanlar için meselenin bu eksende tartışılması kabul edilebilir türden değildir. Yerleşimlere, “iki devletli çözüme halel getirdiği” için değil, Filistin’deki Siyonist istilasını derinleştirdiği ve köktenci-faşist yerleşimcilerin yerel halka yönelik yeni saldırılarına imkân sağladığı için karşı çıkmak gerekir. 1967 sınırları temelinde “iki devletli” bir çözüme gidilmesi, kendi başına, Filistin sorununun adil çözümü değildir ve son tahlilde Filistin topraklarının dörtte üçünün işgalinin onaylanıp meşrulaştırılması demektir. Resmi ideolojisi yayılmacılık olan bir “devlet”in bununla yetineceğinden şüphe etmek için de yeterince sebep vardır.

“İki Devletli Çözüm” / “Tek ve Demokratik Filistin Devleti” arasındaki programatik ayrım, on yıllardan beri Filistinli örgütlerin kendi aralarında mevcut olduğu gibi, dünya çapında Filistin’e destek veren hareketler arasında da hararetli tartışmaların konusu oluyor. Uluslararası BDS hareketi ise, tüm bu unsurların destekleyebileceği üç “asgari müşterek” hedef tanımlıyor: İsrail’in 1967’de işgal ettiği topraklardan hem askeri unsurlar hem de yerleşimciler düzeyinde çekilmesi, tüm mültecilerin Filistin’e geri dönüş hakkının koşulsuz olarak tanınması ve apartheid olarak bilinen, Filistinli Araplara yönelik ırk ayrımcısı uygulamalara son verilmesi. Bu, kimilerine göre iki devletli çözümün içeriğinin adil bir biçimde doldurulması olarak yorumlanabilir. Bu satırların yazarına göre ise bu üç hedefin gerçekleşmesi fiilen tek devletli çözüme denk düşer; yahut tek devletli bir çözüm dışında bunların gerçekleşebileceğinden şüphe etmek gerekir. Öte yandan bu temel hakların iadesini içermeyen küçük bir devletçik, hiçbir şeyin çözümü değildir.

Kuşkusuz Tek Devlet / İki Devlet tartışmaları önümüzdeki süreçlerde de devam edecek ve belki de zaman içinde, merkeze bir devlet hedefini koymayan çeşitli perspektifler de geliştirilebilecektir. Ancak her durumda bir nokta, tartışma konusu bile olmamalıdır: Filistin sorununun özü, Siyonist kolonizasyon ve buna eşlik edecek şekilde bir halkın yurdundan çıkarılmasıdır ve bu süreç on yıllardır devam eden, bitmemiş bir süreçtir. Bunu durduracak her adım, normal koşullarda desteğe şayandır – eğer, çözümün özü olan geri dönüş hakkının önünün kesilmesine zemin oluşturacak bir adım değilse.