Filistin’in istilası ve Biladüşşam’ın parçalanmasında yüz yıl – Nicola Saafin

Balfour Deklarasyonu, Filistin halkının yerinden edilmesi ve Filistin’de bir Apartheid devletinin kurulmasına, dünyanın en çözülmez çatışmalarından birinin yaratılmasına ve bölgede daimi gerginlik ve şiddetin tohumunun ekilmesine neden oldu. Buna rağmen Filistin halkının bazı farklı siyasal güçleri, Filistin’de Arapların ve Yahudilerin tek demokratik Filistin devleti kurma hayaline teşebbüs etti.

stone-b77a1db7851d5cdf4d2388d439e64f25

Filistin toprağının istila edilmesinde tarihsel bir kilometre taşını oluşturan İngiltere’nin Balfour Deklarasyonu bugün (1 Kasım) 99. yılını tamamlıyor. Yarın Filistin halkının, Filistin’deki Siyonist proje ve onun kurduğu sömürü düzenine karşı mücadele ve direnişinin yüzüncü yılına girilecek. Sykes-Picot Anlaşması’nın[1] da yüzüncü yıldönümü olan bu sene, Biladüşşam’ın[2] ve Filistin’in modern anlamdaki sömürüsünü oluşturan iki temel direğin devrilmediğine, aksine, güçlendiğine şahit oluyoruz. Tüm bölge halklarımızı derinden etkileyen bu sömürünün yüz yıllık sonuçlarını aşmak için gözlerimizi yakın geleceğin mücadelesine dikiyoruz. Bunu tanımlamanın, bu yüzyılı okumaktan ve anlamaktan geçtiği de aşikâr.

Filistin ve Biladüşşam’da birbirini izleyen tarihsel sömürü dönemlerinin sonu olan bu derin, çok taraflı, karmaşık sömürünün yüz yıllık döneminde tanıklık ettiğimiz bu kaotik siyasal ve toplumsal manzaranın tohumlarını yüz yıllar boyu, sömürgeci güçler tahakkümlerini sürdürmek için ekti.

Bu tohumlar onların siyasal ve toplumsal yapılanmalarının çıkışsızlığının ürünü. Bu yüzyılda, farklı güç, siyasal düşünce ve yapılanmanın ortaya çıkıp yok olduğu veya güçlenip zayıfladığı ve hatta gizlenip yeniden fışkırdığı bir coğrafyadayız. Bu coğrafyada gelinen noktada siyasal ortamda sadece ulusal bürokratik burjuva rejimleri ve siyasal İslam seçeneklerinin sunulduğunu görüyoruz.

Bu dönem aynı zamanda iki seçeneğin aşılmasıyla -ya da belki aşılmadan- üçüncü bir siyasal anlatının filizlenmesi gerektiği dönemdir. Bir hayli zor olan bu filizlenme, kuraklık döneminde erkenden kurusa ve bir müddet rüzgârla savrulsa da tarihin tüm zorluk ve yüklerinin üstesinden gelecek ve bir özgürlük ağacı ortaya çıkacaktır.

Merkezinde Filistin’in durduğu Biladüşşam coğrafyasının tarih anlatısına ve gelecek hayaline ve tasavvuruna dair düşüncelerin tek bir yazıda anlatılamayacağı fikrinden yola çıkarak ve başka dönemlerde o konuları da ele alma ümidiyle bu yazıyı Filistin’e dair kimi başlıklarla sınırlandırmaya çalışacağım.

Yüz yılın tarihinin özetlenmesinin getirdiği bazı genellemelerin kaçınılmaz olduğunu fakat bu genellemelerin dışına çıkan istisnai durumların etkisiz olmasıyla tercih edildiğini belirtmek isterim.

“Yeni Osmanlı” bir çözüm değil

“[Britanya] Haşmetli kral hükümeti, Filistin’de Yahudilere bir ulusal vatan tesis edilmesine iltimas gözüyle bakıyor ve bu amaca ulaşmak için en iyi katkılarını sunacaktır…” ile başlayan Balfour bildirgesinin deklare edildiği 2 Kasım 1917 tarihinde, İngiltere, işgal ettiği ve mevzilendiği Mısır’dan yola çıkarak Gazze’yi işgal etmek için üçüncü hamlesini yapmak üzereydi. İki başarısız askeri hamlenin ardından, Gazze’nin ve kısa bir süre sonra Kudüs’ün düştüğü bu askeri seferberlik Filistin’de yeni ve farklı bir sömürü döneminin kapısını araladı.

Filistin halkı, uzunca bir süre boyunca bu müdahaleye karşı durdu ve baskıcı politikalarına rağmen İtilaf Devletleri’ne karşı Osmanlı’nın yanında durdu. Çünkü Filistin halkı, Osmanlı yönetimine karşı 1700’lü ve 1800’lü yıllarda yarattığı isyanların nihayetinde federal yönetime dair bazı isteklerine ulaşmıştı. Tanzimat döneminden başlayarak İttihat ve Terakki ile ivmelenen politikasında Osmanlı’nın, Biladüşşam ve Filistin’de uyguladığı idam, müebbet ve sürgün cezaları, başka cephelerde zorla savaştırma ve savaşın tüm ekonomik zararlarını halka yükleme politikalarının halkta ağır sonuçları hissedildi. Bardağı taşıran son damla ise, tüm Arap özgürleşmeci hareketini ezme politikaları ve liderlerini meydanlarda asma dalgaları oldu, bunlar Filistin halkını Osmanlı’nın karşısında durmaya itti ve bu meçhul yeni sömürgecinin karşısında duramadı.

Yeni bir Osmanlı döneminin inşası için Filistin ve Biladüşşam’da kitlelerin akın akın meydanlara döküldüğü, bu yönde bir siyasal hadise veya düşünce akımı olduğundan değil ama Türkiye’de -sağdan ve soldan, İslamcılardan ve laiklerden- çeşitli yazar/politikacıların kendi propagandasını pekiştirmek veya oryantalist zihniyetini yaymak amacıyla öne sürdüğü bu manzaraya dair de iki kelam edilmesinde fayda var. Osmanlı’nın son döneminde, Filistin ve bölgede oluşan sosyoekonomik ve siyasal tahribatın sonucunda, yeni gelen batı sömürgeciliğini püskürtecek toplumsal bir örgütlenme çoktan yitirilmişti. Bu tahribatın ardından toplumsal özgürleşme hareketinin örülmesi yirmi yılı aşkın bir süre aldığında iş işten geçmiş, sömürü derinleşmiş ve kurumsallaşmış, Filistin’de Siyonist hareket tüm varlık biçimlerini göstermiş, oluşmuş olan bu yeni toplumsal örgütlenmeyi bertaraf edecek İkinci Dünya Savaşı’nın çanları çalınmış ve Türkiye artık saf değiştirmişti. Bu tarihsel süreç bölge halklarının zihninde kazınmış ve kendisinin öznesi olduğu bir bağımsızlaşma tahayyülüne -henüz ulaşmamış olsa da- sarılmaya itmişti.

Bu yüz yıl sırasında Filistin de dâhil olmak üzere, tüm Biladüşşam coğrafyasının özgürleşme potansiyelinin en güçlü olduğu dönem 1930’lar ve 1940’lar olmuştur. Tüm Biladüşşam’da sömürgeciliğe karşı bütünsel hareketin ve anlatının yükseldiği en demokratik devrimsel dönem yaşandı. Buna karşı Britanya ve Fransa mandacılığın yoğun katlamaları ve baskısıyla karşı karşıya kalan bu siyasal toplumsal örgütlenme Filistin’de Nakba’nın gerçekleşmesiyle bir yenilgi dönüm noktası yaşadı. Ardından tüm sömürgeci -ve bölgede artık alt-sömürgeci konumunda olan- güçlerin Suriye’yi siyasal ve ekonomik ablukaya almasının ardından bağımsızlıkçı halk hareketi, siyasal parti ve güçleri orduya ve tek partili sisteme teslim olmak zorunda kaldı.

İlerici iki seçeneklilikten gerici iki seçenekliliğe

Arap coğrafyası ve bizzat Biladüşşam’da, bağımsızlaşma sürecinde ortaya çıkan siyasal güçler üç seçenek ve siyasal anlatının etrafında kümeleniyordu. Birincisi, yirmili yıllardan itibaren harekete geçen, 30’lu ve 40’lı yıllarda büyümesiyle ağır darbelere rağmen örgütlenme deneyimi kazanan çeşitli halk hareketlerini temsil eden ilerici-demokratik güçler. İkincisi, Osmanlı döneminden kalma ulusal eşraf tabakası ve yeni oluşan orduların birleşmesinden ortaya çıkan ulusal burjuvazi güçleri ve üçüncüsü ise Mısır’da başlayıp 1950’lerin başına kadar Biladüşşam’da da kısmen yayılan siyasal İslam güçleri. 50’li yıllarda coğrafyanın iktidarlarını eline geçiren ulusal burjuvazi, dönemsel iç iktidar tahakkümünün sağlanması ve uluslararası ilişkileri nedeniyle, siyasal İslam’ın tasfiyesine doğru geçmişti. 50’lilerin ortasından 1970’lerin ortasına kadar, bizzat Siyonist “solu”, devleti ve yine Fransa ve İngiltere emperyalist devletleri tarafından ağır dış yenilgilere uğratılan ulusal burjuvazi iktidarları, tam bir bağımsızlaşma ve kurtuluşu sağlayamadı. Sağlayamadığı için de 1970’lerin başından itibaren, özgürlük talebinde bulunan ilerici halk kurtuluş hareketleri ile “ittifak ve çatışma” döneminden, çatışma dönemine geçti ve bu nedenle siyasal İslam’ın yeniden ortaya çıkmasını kolaylaştırdı.

Arap Baharı’na kadarki son kırk yılda ise sol ve ilerici halk kurtuluş hareketleri gerilemeye devam etti. Ulusal burjuvazi iktidarları bağımsızlıkçı, ulusal kalkınma ve kurtuluş hedeflerini değiştirmiş ve yerine bürokratik dikta rejimlerini kurmuştu. Süreç dâhilinde çürüyen bu dikta rejimlerinin paralelinde ve kendisiyle açık ve örtülü bir boyun eğme ve ittifak ilişkisinde kalan siyasal İslam ise bölgede yayılmaya devam etti. Buna ek olarak bu sürecin gelişmesinde temel dış nedenler ise, 1979 İran İslam Devrimi’nin bölgesel etkisi, Körfez’deki petrolle gerici rejimlerin güçlenmesi, Siyonist devletin tüm ilerici unsurlara karşı savaş ve cadı avı politikaları, Sovyetlerin yıkılması ve Irak işgali oldu.

Tek sömürgecilikten çoklu sömürgeciliğe

Osmanlı’nın dağılması ardından, sömürgeleşme sürecinde el ve düzey değiştiren Filistin ve Biladüşşam coğrafyası bu yüzyıllık dönem dâhilinde, farklı sömürü taraflarıyla mücadele etmek durumunda kaldı. Britanya ve Fransa’ya ek olarak Siyonist devlet ve ABD ağır bir sömürgecilik ve özgürleşme karşıtı politikalarına maruz kaldı. Geldiğimiz dönemde daha belirgin olmak üzere, tüm bu süreçte farklılıklarına rağmen bu sömürgeciliğe müdahil olmak isteyen başka taraflar oldu: Putin Rusyası ve Suudi Arabistan, Türkiye, İran, gücü yettiği kadar Sisi Mısır’ı gibi bölgesel güçler. Tüm bu sömürü istekleri yumağı Biladüşşam’ı bir savaş alanına dönüştürdü. Bu sayede bölge ve Filistin en derin siyasal parçalanma ve toplumsal örgütlenme zafiyetinin yanında siyasal-askeri İslamcı güçlerin boy gösterdiği gericiliğin bu dönemin hâkim toplumsal özellikleri ortaya çıktı.

Tüm bu alt ve üst sömürgeci güçlerin ortak paydası ise bu bölgede öznel, bağımsızlıkçı, ilerici üçüncü bir unsurun ortaya çıkmasını istemiyor olmaları. Elbette ki bazı sol anlatılara kapılıp bütün bu güçlerin aynı kefeye koyma niyetinde değilim, her bir gücün oynadığı yer ve siyasal alan farklı ve sömürgeciliği çok farklı derecelerde ve buna binaen bölge halklarının ilişkilenişi farklı olmak durumunda. Fakat bu bölgenin bağımsızlıkçı güçleri karşısındaki aşılması gereken sürecin güçlüğünü anlatmak için sıralamak istedim.

Filistin ve Biladüşşam’da gerçek bir çözüm tahayyülü

Balfour Deklarasyonu’nun ve Sykes-Picot Anlaşması’nın bölgeye ve tüm dünyaya getirdiği uğursuzluk yüzyıl sonrası çok daha belirgin bir hal alırken bunu ortaya koyan emperyalist güçler ve bölgesel güçlerde köklü değişiklik söz konusu değil. Öznel/içsel durumda belli ölçülerde gerileme yaşanmasına rağmen umut verici süreçler de filizleniyor. Bu güçlerin tek tek ezilmemesi için ve bahsettiğimiz özgürlük ağacının boy vermesi için bölge halklarının ortak bir gelecek tahayyülü olmak durumunda.

Balfour Deklarasyonu, Filistin halkının yerinden edilmesi ve Filistin’de bir Apartheid devletinin kurulmasına, dünyanın en çözülmez çatışmalarından birinin yaratılmasına ve bölgede daimi gerginlik ve şiddetin tohumunun ekilmesine neden oldu. Buna rağmen Filistin halkının bazı farklı siyasal güçleri, Filistin’de Arapların ve Yahudilerin tek demokratik Filistin devleti kurma hayaline teşebbüs etti. Balfour Deklarasyonu ve Siyonist proje ancak bu siyasal anlatım ve gerçeklikle aşılabilecektir.

Biladüşşam, Irak ve Mezopotamya’da geldiğimiz kaotik parçalı şiddet halinin yaratıcısı olan Sykes-Picot’un sınırlarını da aşmadığımız müddetçe bir ilerleme zor görünüyor. Bu sınır aşımı fiziki düzlemden ziyade anlatı düzleminde gerçekleşmelidir -DAİŞ’in bölge halkları arasında bir düzeyde cazibe bulmasının sebebi böyle bir iddia ortaya koymuş olmasıdır. Ama özgürleşme arzusu ve mücadelesi veren bölge güçlerinin tahayyül ettiği bağımsız, barışçıl ve özgür gelecek ancak tarihsel ortak bir üst anlatıya dayanacak bütünsel özgürleşme potansiyelini örmekle olabilecektir.

[1] Sykes-Picot Anlaşması, 16 Mayıs 1916’da imzalandı.

[2] Sykes-Picot Anlaşması’yla konulan sınırlar ve belirlenen ülkelerin isimleri yerleşmeden önce Filistin, Lübnan, Suriye, Ürdün ve Liva İskenderun’u kapsayan bölge böyle adlandırılıyordu.

[Bu yazı ilk önce Sendika.Org’da yayımlanmıştır]