dünya barış günü geride kalmışken, yanı başımızda bulunan, eski göz ağrımız olan ama zaman zaman ihmal ettiğimiz bir başka çatışma üzerine konuşalım mı?
şunu hatırlatarak başlamak istiyorum. uluslararası ilişkiler başlığında ele alınan konular, aslında devletler arası ilişkilerle ilgili. bir devletin, başka devletlerle ilişkilerine dair aldığı ve uyguladığı kararların ulusun tamamının, çoğunluğunun yararına olduğu çok tartışılır bir mevzu; şu günlerde bizzat tecrübe ettiğimiz gibi. bu ilişkilerin, gündelik hayatımızı daha önce olmadığı kadar etkilediği bir noktaya geldik. türkiye’nin çevresindeki bütün çatışmalar artık iç politika konusu. bunlar en azından bu mecrayı takip eden hemen herkesin bildiği gerçekler. izninizle bunlara ufak bir ekleme yapmak istiyorum.
komşumuz olmamakla birlikte artık filistin de türkiye için bir iç politika meselesi.
sadece, türkiye’de çok fazla insan filistin konusunda zaman zaman ortaklaşabilen hassasiyetler paylaştığı için değil; her şeyden daha fazla, türkiye kısa bir süre önce israil ile bir anlaşma imzalığı ve bu anlaşmayla israil ile mavi marmara geriliminin öncesinden daha yakın ilişkiler kurulduğu için. çünkü birkaç gün önce cumhurbaşkanının da onayladığı anlaşma, diplomatik ilişkileri onarıp mavi marmara’da yakınlarını kaybedenlerin dava açma hakkına ciddi bir engel teşkil etmekle kalmıyor, aynı zamanda filistin doğal gazının işgalci israil üzerinden satılmasına aracılık etmenin yolunu açıyor. ama bu başka bir yazının, yazıların konusu.
hassas!
teşbihte hata olmaz, hassasiyet ya da daha yaygın kullanılan terimle duyarlılık bir politika inşa etmek için çorak bir bölge gibi görünüyor bana. çorak çünkü ne kadar bilgi, belge, fikir akıtırsanız akıtın, toprağın rahatladığı ama hiçbir bitkinin boy vermediği bir alan olmaya devam ediyor.
islamcılar için kudüs’ün önemi gibi temaların, solcular için, deniz gezmiş’in fkö kimliği, leyla halid’in gençliğinde, uzun namlulu bir silah ve kefiyeyle çektirdiği fotoğrafı gibi imgelerin ve ortaklaşılan, örtülü yüzleriyle çatışan, taş atan gençlerin süslediği bu duyarlılık politik adımlara dönüşmüyor. çünkü filistin, gerçekliği kavranacak bir alan değil yerel meselelerle ilgili argümanlara dayanak bulunacak bir kaynak olarak algılanıyor ki buna iç politikaya dahil etmek değil alet etmek bile demek haksızlık olmaz.
örneğin geçenlerde sosyal medyada bir islamcı hesap, filistin’in türkiye’den gelip kendisini israil işgalinden kurtaracak olanları beklediğini iddia ediyordu; evet irili ufaklı birçok direniş ve mücadele örgütüne –bir kısmı da islami- sahip olan filistin’in.
bu türden böbürlenmeleri sağa mahsus sanmayın, filistin solundan söz açıldığında burnunu büken nice “sorumluluk sahibi” solcuyla karşılaşabilirsiniz. bunun bir sebebi, türkiye’de solun bir süredir kendini “fail’ olmaktan ziyade “hakem” ve “bilirkişi” olarak adlandırılabilecek bir konumda tanımlaması. (ama bu da belki bir başka yazının konusu.)
o yüzden filistin söz konusu olduğunda, duygulanıyoruz, heyecanlanıyoruz, zafere ulaşılacağına dair sözler veriyoruz –nasıl, kiminle, ne yaparak?- filistinli örgütleri değerlendiriyoruz –programları nasıl acaba, yeterince güçlüler mi, halkta karşılık buluyorlar mı gibi, bizim muaf olduğumuz sorular- ama bir vazife üstlenme gereği görmüyoruz.
türkiye’de bizler yirmi yılı aşkındır kürt meselesinde barışı, adil barışı savunuyorduk, savunmaya devam ediyoruz. yine uzun bir zamandır suriye için de barışın çözüm olduğunu söylüyoruz. öyleyse, on yıllardır işgale karşı savaşan, direnen filistin için barış siyasetinin ne anlama geldiği, geleceği ve bu süreçten neler öğrenebileceğimiz konusunda düşünmenin zamanıdır, di mi?
bu yazıyı bu konuda sorular sormak ve birkaç temel gerçeği hatırlatmak için kaleme almaya çalıştım.
filistin’in oslo’su
hatırlatayım, 1990’li yılların ilk yarısında filistin ve israil devleti arasında bm güvenlik konseyi’nin iki kararına dayanarak ve “filistin halkının kendi kaderini tayin hakkını” esas alarak, israil devleti ve filistin kurtuluş örgütü arasında iki anlaşma imzalandı. bu anlaşmalarla fkö’nün oluşturduğu filistin yönetimi’ne gazze ve batı şeria’nın yönetimi kısmi olarak devredildi ve sonraki görüşmelerde fkö israil ile resmi görüşmeleri yürütecek güç olarak tanındı.ama oslo süreci filistinlilerin sorunlarını çözmedi.
her şeyden önce israil, hiçbir uluslararası anlaşmaya uymayan, sürekli olarak filistin toprağının yeni kısımlarını işgal edip buralara yerleşimciler taşıyarak ve onlara büyük teşvikler vererek genişleyen, sınırları belirsiz bir apartheid rejimi.
yani, bizim sık sık fotoğraflarda da gördüğümüz, “anti-demokratik uygulamalar” kapsamında değerlendirilebilecek, direniş güçlerine ya da direnmesi muhtemel halka karşı hukuk-dışı ve vahşi muameleler israil’in tek “suçu” değil.
ama zaten bütün anti-demokratik uygulamaların arkasında köklü bir başka “mesele” yok mudur? devletin şiddeti, kendi başına, sebebi açıklanamayacak veya ideolojik kalıntılar, eğilimler vb ile açıklanacak bir şey midir?
israil’i anlamak için ikinci hatırlanması gereken nokta şu; bugün dünyanın hemen her yerinde faşizmle bir tutulan siyonizmin kökleri ikinci dünya savaşı sırasında yahudilere yaşatılan vahşet ve soykırım’ın çok öncesine dayanır, 1897’de düzenlen ilk siyonist kongre’de de filistin toprağına göz dikilmişti.
bugün dünyanın pek çok yerinde olduğu gibi türkiye’de de ciddi bir anti-semitist eğilim var ama filisin-israil meselesini bu ayrımcılık üzerinden tartışmak gerçeğin çok ufak bir kısmını kavrayabilmek anlamına gelir ve geliyor. anti-semitizme karşı çıkmak çok önemli ama siyonizmin bölgenin tamamını etkileyen bir sisteme dönüştüğünü de fark etmekten imtina etmeden.
bir başka önemli nokta daha var, filistin meselesi, başka birçok “ulusal mesele” gibi “kendi kaderini tayin” ve “kendi toprağının yönetimi” ile sınırlanamaz. bugün filistinlilerin önemli bir bölümü dünyanın dört bir yanına dağılmış durumda ve filistin’e girme hakkına sahip değiller. bunların arasında orada doğup büyümüş, 1948 yılındaki nakba yani büyük felaket sırasında evlerini, yurtlarını terk etmek zorunda kalmış olanlar var. (bu sürecin israilli bilim insanı ilan pappe taraından “etnik temizlik” olarak tanımlandığını da ekleyeyim.) suriye sürecine kadar dünya üzerindeki her üç mülteciden ikisi filistinliydi. o yüzden geri dönüş hakkı filistin davasının çok önemli bir veçhesini teşkil ediyor.
peki çözüm ne?
filistin meselesiyle ilgili yazılacak, konuşulacak çok şey var; bütün bunları tek bir yazıya sığdırmak mümkün değil. ama mutlaka vurgulanması gereken önemli bir nokta var.
bütün devletler baskı aracıdır ve bütün devletlerin tarihinde ve güncel pratiklerinde gayrı meşru unsurlar vardır. ama israil’in varlığı ve pratiği bu genel gerçeği aşıyor. israil, birleşmiş milletler kararlarını bile çiğneyen gayrı meşru bir devlet (birçok yazar ondan bir devlet değil oluşum [ing. entity] olarak söz etmeyi tercih ediyor) ve o yüzden varlığının ortadan kalkması gerekiyor. filistin solu, çözüm olarak iki halkın, eşit koşullarda, birlikte yaşayacağı laik ve demokratik bir filistin devleti öneriyor.
yani, israil’i meşru bir devlet olarak gören her siyasal faaliyet en azından filistin davasının hattından bir sapma.
ama filistin bizim için sadece bir dayanışma konusu mu? israil’in abd emperyalizmi için nasıl önemli bir müttefik olduğunu zaten malum. başta ışid olmak üzere tekfirci gruplara verdiği desteği de biliyorsunuzdur. bunun tüm türkiyeliler için bir iç mesele olmaması ihtimali var mı?
yani filistin meselesi bir “barış süreci” ümidiyle yaklaşılmayacak, farklı ve gündemimizin birçok alanını etkileyen, bölgede barış ve demokrasinin, abd’nin buralardan uzaklaştırılmasında belirleyici olan bir mesele ve “denizden nehire özgür filistin” bir slogan değil, bir program.
leyla halid bunu söylüyor, deniz gezmiş yaşasaydı bunu söylerdi.