Sanat sahte bir lüks müdür?
Albert Camus
Geçtiğimiz Ekim ayında Türkiye’nin sanat gündemi Antalya Altın Portakal Film Festivali’ne dünyaca ünlü yönetmen Emir Kusturica’nın jüri üyesi olarak seçilmesi ve bunun etrafında kopan fırtınayla çalkalandı. Hatırlatmak gerekirse bu yıl 47.si gerçekleştirilen Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali’ne yönetmen Emir Kusturica’nın katılması üzerine başta Kültür Bakanı Ertuğrul Günay olmak üzere çeşitli çevrelerden sert tepkiler geldi ve nihayetinde Emir Kusturica gelen tepkiler üzerine jüri üyeliği görevini yerine getiremeden ülkeyi terketti. Tepkiler içerisinde en dikkat çekeni ise kuşkusuz festivale ‘bal’ adlı filmiyle katılan yönetmen Semih Kaplanoğlu ve ekibinin Emir Kusturica’nın 1992-1996 yılları arasında Bosna’da yaşanan soykırım ve tecavüz suçlarını savunduğundan bahisle, onunla aynı etkinlik içerisinde olmak istemediklerini deklare ederek festivali boykot kararı almış olmalarıydı.
Tam da aynı zamanlarda Filistin için İsrail’e Karşı Boykot Girişimi de yayınladığı açık mektuplarla İsrail devletinin parasal desteğiyle gerçekleşen Hayfa Uluslararası Film Festivali’ne katılarak ödül alan yönetmen Reha Erdem ve Semih Kaplanoğlu’na ‘İsrail’e karşı akademik ve kültürel boykot kampanyasına destek verme, İsrail devleti tarafından finanse edilen kültürel etkinliklere katılmama ve Hayfa Film Festivali’nden aldıkları ödülü iade etme’ çağrısı yaptı. Bu vesile ile ‘sanat’, ‘sanatçı sorumluluğu’ ‘kültürel boykot’ etrafındaki tartışmalar alevlendi, polemikler yaşandı. Bu yazının esas konusu olması itibariyle öncelikle İsrail’e Karşı Kültürel ve Akademik Boykot Kampanyası üzerinde durulacak sonrasında diğer tartışma başlıkları irdelenecektir.
İsrail’e Karşı Akademik ve Kültürel Boykot; İsrail’e Akademik ve Kültürel Boykot için Filistin Kampanyası ‘nın (PACBI- www.pacbi.org) İsrail’in 1967’de işgal ettiği Filistin topraklarından çekilmesi sağlanıncaya kadar, Filistinli mültecilerin BM 194 sayılı kararına binaen yurtlarına geri dönme hakkı tanınıncaya kadar ve İsrail yurttaşı Filistinlilere uygulanan ayrımcılığa son verilerek tam eşitlik sağlanana kadar İsrail akademik ve kültürel kurumlarını kapsayıcı ve tutarlı biçimde boykot etmeye çağırması üzerine ortaya çıkan bir sivil hareket. Özetle kampanya İsrail kurumlarıyla herhangi bir akademik ya da kültürel işbirliği içinde ya da ortak projelerde yer almaktan kaçınmayı ve Filistin akademik ve kültürel kurumlarını doğrudan -İsrailli muadilleriyle işbirliği koşuluna açık ya da örtük olarak bağlamaksızın- desteklemeyi hedef almakta. Kampanya, 2006 Lübnan saldırısı ve 2008 Gazze saldırısından sonra ivme kazanan ve 2005 yılında çok sayıda Filistinli ve Yahudi sivil toplum örgütü, siyasi parti ve sendikanın bir araya gelerek başlattığı bir uluslararası kampanya olan olan BDS’nin (Boycott, Divestment, and Sanctions -Boykot, Yatırımları Geri Çekme ve Yaptırımlar) bir parçasını oluşturmakta.
Pacbi’nin 2004 yılındaki çağrısı Yunanistan Film Merkezi, İrlanda Film Enstitüsü gibi bir çok akademik ve kültürel kurum, Roger Water, John Berger, Arundhati Roy, Naomi Klein, Elvis Costello, Santana, Eduardo Galeano, Ken Loach, Meg Ryan, Dustin Hoffman gibi bir çok sanatçı, entellektüel ve akademisyen arasında yankısını buldu ve desteğini kazandı. Yönetmenler, sanatçılar ve aydınlar İsrail desteğiyle filmlerinin gösterilmesine, kitaplarının yayınlanmasına karşı çıktı veya İsrail’de performans sergilemeyi reddetti. Bugün ABD, Britanya, Fransa, İtalya, İspanya, Güney Afrika, Avustralya, Almanya, Belçika, Kanada ve Norveç’te İsrail’e karşı akademik ve kültürel boykot kampanyaları var. Belki de bu kampanyaya en anlamlı destek karşılaştıkları onca zorluğa ve İsrail parlamentosunda boykot kampanyasına destek verenlerin ortaya çıkacak eğitsel zararları ödemesini de içeren bir yasa tasarısının yasalaşmayı beklemesine rağmen İlan Pappe, Neve Gordon, Eyal Sivan, Udi Aloni gibi yüzlerce Yahudi aydından geldi. Tabi kampanya destekçilerinin beklenildiği üzere Siyonistlerce ‘Yahudi düşmanı’ olarak ilan edilmesi gecikmedi. Bu noktada ortaya çıkacak kafa karışıklığını önlemek açısından akademik ve kültürel boykotun kıstaslarından bahsetmekte fayda var.
Öncelikle kara propagandanın aksine kampanyanın hedefinin Yahudi bireylerin olmadığını belirtmek gerekiyor. Bir kültür ürününün boykot kampanyasının hedefi olabilmesi için; ürünün resmi İsrail kurumları tarafından sipariş verilmiş olması, tamamen veya kısmen İsrail resmi kurumları tarafından finanse edilmesi ya da etkinlik ya da projenin sahte bir simetri ya da “denge” anlayışını güçlendirmeye hizmet ediyor olması gerekir. İlk iki koşul için durum açıksa da ‘sahte simetri yaratmak’ izaha muhtaç olabilir. Filistinliler/Araplar ile İsraillileri anlatan bir kültür ürünü eğer, ezenle-ezilen ilişkisini ‘çatışan eşit iki güç’ dolayısıyla ‘sorumlulukları eşit güçler’ olarak yansıtıp sahte bir simetri yaratıyorsa bu kültür ürünü de boykot kapsamına girmektedir. Aslında İsrail’in ustalıkla kullandığı bu yönteme iyi bir örnek olması nedeniyle yönetmenliğini Ari Folman’nın üstlendiği ‘Waltz With Bashir’ filminden kısaca bahsetmekte fayda var. İsrailli lider Ariel Şaronun ‘Beyrut kasabı’ unvanını almasına sebep olan ve yüzlerce Filistinlinin öldürüldüğü 1982 deki Sabra ve Şatilla katliamını anlatan bu animasyon film, katliama katılan bir İsrailli askerin geri dönüşlerle gösterilen geçmişine yolculuğuna dayanmakta. Film boyunca İsrail’in bu katliamdaki sorumluluğuna değinilmemekle birlikte, Filistinlilere dair de tek bir şey göremiyoruz. Tek görebildiğimiz sebebi muğlak bir şekilde buhran geçiren bir asker. Film boyunca, konunun bir yere bağlanmasını bekleyen seyirci de nafile bir bekleyiş içerisinde. Neticede yüzlerce Filistinlinin öldürüldüğü bir katliamda biz sadece İsrailli bir askerin kendi –ve de taraflı- hikayesine tanıklık ediyoruz. Unutmadan ekleyelim İsrail Eğitim, Kültür ve Spor Bakanlığı’nın sponsorluğunu üstlendiği film, 2008 yılı Yabancı Altın Küre Sinema Ödülü dahil çeşitli ödüllere layık görüldü ve yönetmen Ari Folman, kimi eleştirmenlerce ‘hümanist’ bir film yapmakla takdir topladı.
Entellektüelizm: Görev mi? Ahlaki sorumluluk mu?
Kültürel boykotla ilgili bir diğer konu ise sanatın boykot edilip edilemeyeceği meselesi. Genel olarak bu konuda söylenen ‘siyasetle sanatın birbirine karıştırılamayacağı’, ‘sanatın ve sanatçının özgür olduğu’ yönünde. Kuşkusuz sanat her türlü estetik değerden azade, ucuz bir propaganda malzemesi değildir. Kendine göre estetik kaygıları, kendine has disiplini vardır. Fakat tüm bu kaygılar, sanatı ve sanatçıyı iktidarın değirmenine su taşıyacak, iktidar aygıtının meşruluğuna hizmet etmeyi sağlayacak pratikler sergilemek için gerekçeler olamazlar. Entelektüellerin Sorumluluğu adlı kitapta entelektüelleri düşünmeye, kavramaya ve bunları diğer insanlara aktarmaya ayırabilecek vakitleri olan insanlar olarak tanımlayan Noam Chomsky, entelektüellerin görevleri ve sorumlulukları arasında da ayrım yapar. Chomsky; toplumsal kurumlar tarafından para ve zaman bahşedilerek iktidar ve otoriteye destek sağlamak ve doktriner yönetimi hayata geçirmekle görevlendirilen entelektüellerin, ahlaki sorumluluklarının bunun tam tersi yani hakikati anlamaya çalışmak, dünyaya ilişkin bir kavrayışa ulaşmak için başkalarıyla birlikte çalışmak, bunu diğer insanlara aktarmaya çalışmak ve onların da kavramasına yardım etmek ve yapıcı eylem için zemin oluşturmak olduğunu savunur. Bu durumda entelektüelin görev ve sorumlulukları arasında bir çatışma yaşandığını, sorumluluklarını yerine getirdiği vakit görevi gereği verilen ayrıcalıkları kaybetme riski taşıdığını da haklı olarak sözlerine ekler. Gerçekten de entelektüel otoritenin bahsettiği ayrıcalıklarından faydalanarak, bir nevi sırtını iktidara dayayarak Chomsky’nin hakikati anlamaya ve yaymaya çalışma olarak formüle ettiği ‘aydın olma sorumluluğunu’ yerine getiremez. Hele ‘yüce sanat’ argümanlarına sığınıp sanat ve sanatçının ‘bağımsızlığı’ şiarını ilke edindiklerini iddia edenler öncelikle iktidara, otoriteye karşı bağımsızlıklarını ilan etmeliler. Bunun da yolu elbette herhangi bir iktidar odağıyla maddi çıkar ilişkilerinden uzak durmaktan, dirsek temasından kaçınmaktan geçer. Jean Paul Sarte, Nobel’i reddedişinin gerekçelerini açıklayan mektubunda yazar olarak ‘müesseseleşmenin’ tehlikesine dikkat çekerek yazarın kendi imkanlarını yani kalem ve kağıdını kullanmak dışında kabul edeceği her payenin okuru etki altında bırakacağını söyler.
Konumuzla ilgili kısmı toparlarsak, İsrail kültür-sanat ve akademik kanalları kullanıp Filistin’de yaşananları yanlış aktarmakta, dikkatleri Filistin meselesinden uzaklaştırmaya çabalamakta ve imaj yenilemekte. Özellikle ‘Çatışmanın Ötesi’ adını verdiği ve ciddi paralar yatırdığı projeyle kültürel ve akademik etkinlikler, projeler, çeşitli sponsorluklar vasıtasıyla bir marka yaratma gayreti içerisinde. İsrail için kültür sanat etkinlikleri, işlediği savaş suçlarını örtbas etmeyi sağlayan bir halkla ilişkiler operasyonu. Filistin ve Filistinlilerin yok farz edildiği yeni bir tarih yazımının araçları. Bu bazen karşımıza bir film olarak, bazen bir konser olarak bazen de herhangi bir sanat dalına ait bir performans olarak çıkmakta. Bugün sadece Filistin toprakları işgal edilmiyor, Filistin halkının kültürü de işgal altında. İsrail’le kültürel ve akademik ilişki geliştirenlerin, İsrail’in meşruluğuna hizmet eden, işlediği savaş suçlarının perdelenmesini sağlayan ve Filistin’in yok farz edildiği bu yeni tarih yazımının bir parçası olduklarını, sessiz kalarak İsrail’in savaş suçlarının suç ortağı olduklarını bilmeleri gerekiyor. İsrail’in tüm dünya kamuoyuyla dalga geçercesine saklamaya dahi gerek görmediği katliam, sürgün, yok etme politikalarına karşın kültürel ve akademik boykot, yalnızlaştırma siyaseti güdülerek tüm bu şirin gözükme çabalarını boşa çıkarmak, yaşanılanları doğru aktarmak, işgal altında olan bir halkla bir kültürle dayanışmak, sessizlik karşısında bu cepheden bir gedik açmak için bir fırsat sunuyor. Aksi halde sanatla siyasetin birbirine karıştırılmaması gerektiğini savunanlar, yukarıda alıntılanan Albert Camus’nun sorusuna verdiği cevabın muhatabı olurlar: ‘Bu kadar sefalet içinde, sanat bir lüks olmakta devam etmek istiyorsa, aynı zamanda da yalancı ve sahte olmayı kabul etmelidir.’
Bu yazı Notos Öykü Şubat-Mart 2011 sayısında yayımlanmıştır.
bdsturkiye.org