İsrail’in Filistinlilere karşı soykırım savaşı: Bir sömürgeci geleneği – Joseph Massad

İsrail’in soykırım savaşı nasıl bir sömürgeci silsilenin devamı olarak kabul edilmeliyse, Filistinlilerin direnişi de her zaman sömürgecilik karşıtı mücadele tarihi içine yerleştirilmelidir.

İsrail işgal güçlerinin 12 Aralık 2023’teki bombardımanının ardından Gazze’nin kuzeyindeki enkaza dikilen İsrail bayrağı. [Fotoğraf: Clodagh Kilcoyne/Reuters]

İsrail ve Batılı destekçilerinin Hamas’ın 7 Ekim’deki misilleme operasyonundan bu yana hissettiği dehşet, Filistinlilere karşı, onların asla İsrail’e askeri açıdan başarılı bir şekilde saldıramayacağına inanmalarına yol açan bir ırkçı küçümseme içinde olmalarından ileri gelmektedir.

Ancak sömürgeleştirilmiş, “ırksal olarak aşağıda” ve Avrupalı olmayan bir halkın sömürgecilerine direnip onları yenebileceği fikrine dair zuhur eden Batı aşağılanması hissi, sömürge tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir şey değil.

19. yüzyılın sonlarında İngilizler, Zulu Krallığı ordusu tarafından şanlı bir sömürge yenilgisine uğratıldı. Ocak 1879’da Güney Afrika’daki İsandlwana Muharebesi sırasında, 20.000 kişilik hafif silahlı Zulu ordusu, üstün silahlarına rağmen İngiliz sömürge güçlerini küçük düşürdü ve toplamda 1.800 işgalci askerden 1.300’ünü (700’ü Afrikalı) ve 400 sivili öldürdü. Çatışmada 1.000 ila 3.000 arası Zulu kuvveti öldü.

Sömürgecilerin intikamı

Sarsıcı yenilgi İngilizlerin gururunu paramparça etti ve Benjamin Disraeli hükümetinde, Zulu zaferinin imparatorluk çapında yerlilerin direnişi teşvik edeceği korkusunu tetikledi. Temmuz 1879’da İngilizler, Zulu topraklarını çok daha büyük bir güçle yeniden işgal etmek için yola koyuldu ve bu kez Zululuları mağlup etti. Başkentleri Ulundi’yi yağmalayıp yerle bir ederek ve Zulu kralını yakalayıp sürgüne göndererek intikam aldılar. Toplamda 2.500 İngiliz askeri (Afrikalı askerler dahil) ve 10.000 Zululu öldürüldü.

İngiliz maden patronu Cecil Rhodes, 1889’da bugün hâlâ Güney Afrika’da bulunan İngiliz Güney Afrika Şirketi’ni kurdu. Şirket, daha fazla toprak fethetmek ve İngiliz yerleşimcileri taşımak için Güney Afrika’nın kuzeyinden yola çıktı. 1890’da 180 sömürgeci ve 200 şirket polisi Bechuanaland’dan (bugünkü Botswana’da) Mashonaland’a (bugünkü Zimbabwe’de) doğru yola çıktı. O yıl Rhodes, Cape Kolonisi’nin başbakanı oldu.

Şirketin gaspı, 1893 ve 1896’da Şona ve Ndebele halklarının sert direnişiyle karşılaştı. 1893’te beyaz sömürgecilerin yarattıkları vahşet, Ndebele halkının katledilmesini “keklik vuruşu” olarak adlandıracakları kadar büyüktü. 1896 ayaklanması sırasında, Şona ve Ndebeleliler 370 beyaz sömürgeciyi öldürdü; bu da İngilizlerin, Chimurenga (Şona dilinde “kurtuluş” anlamına geliyor) olarak adlandırılan sömürgecilik karşıtı ayaklanmayı bastırmak için yeni yerleşimci kolonisine 800 asker göndermesine sebep oldu. Toplam 4.000 kişilik sömürge nüfusundan 600 beyaz öldürüldü.

​Beyazların tepkisi 1893 cinayetlerinden bile daha vahşiydi. Bir beyaz sömürgeci “çobanları vurdu ve kulaklarını topladı, bir diğeri ise tütün sarmada kullanmak için kurbanlarının deri parçalarını kesti.” Sömürgeciler Afrikalıları ayrım gözetmeksizin öldürdü, mahsulleri yok etti ve evleri dinamitledi. Katliamlar ve yıkım hızla yayılan kıtlıklara neden olurken, isyanın liderleri öldürüldü. Hayatta kalanlar avlandı, yargılandı ve asıldı.

Benzer şekilde, 1896’da Eritre’de bir yerleşimci kolonisi kuran İtalyanlar, İngilizlerin teşviği ile daha fazla toprak elde etmek için Etiyopya’yı işgal etmeye karar verdiler ancak İmparator II. Menelik’in Fransız silahlı Etiyopya ordusu tarafından küçük düşürülecek şekilde mağlup edildiler. Adowa Muharebesi’nde binlerce Etiyopyalı, Eritreli ve İtalyan askeri öldürüldü.

Bir Avrupa ordusunun bir Afrika ordusu tarafından yenilgiye uğratılması, İtalya’yı öteki Avrupa ülkelerinin karşısında küçük düşürdü ve onları faşist yönetimin gelişini beklemek zorunda kalacakları bir intikam arayışına soktu. 1935’te Etiyopya’yı işgal ederek Adowa’daki yenilginin intikamını alan Mussolini oldu. Bu sefer İtalyanlar 70.000 Etiyopyalıyı öldürdü ve Etiyopya’yı bir yerleşimci kolonisine dönüştürdü.

Kuzeyde ise El-Mehdi olarak bilinen Sudanlı lider Muhammed Ahmed bin Abdullah’ın ordusu, Ocak 1885’te Hartum’u İngiliz sömürgeci güçlerini mağlup ederek ellerinden aldı. El-Mehdi, Ağustos 1885’te tifüsten öldü.

İtalya’nın Adowa’daki yenilgisiyle ilgili kaygıları ışığında İngilizler, 1896’da Sudan’ı yeniden fethetti, 12.000 Sudanlıyı topçu ve makineli tüfeklerle öldürdükten ve 15.000’den fazlasını yaralayıp esir aldıktan sonra 1898’de Hartum’u geri aldı. İngilizler, aralarında İngiliz kuvvetlerine bağlı Mısırlı ve Sudanlı askerlerin de bulunduğu 700 kişiyi kaybetti.

Yerli liderler öldükleri zaman bile Avrupalı bir sömürgeci pratiği olan kafa kesme uygulamasına maruz kalacaklardı. İngiliz fatih Lord Kitchener, El-Mehdi’nin cesedinin mezardan çıkarılmasını emretti, başını kesti ve cesedi Nil Nehri’ne attı. Kraliçe Victoria’nın bu menfurluğu duyması üzerine verdiği talimatları olmasaydı, kafatasını mürekkep kabı olarak kullanmayı düşünüyordu.

İsrail’in intikamı

Bu sömürgeci emsaller, beyaz Batılı güçlerin, sömürgeci zaferlerine direnen “azınlık halklar” tarafından askeri açıdan aşağılandıklarında gösterdikleri intikam duygusunun oluşumunda asli önem taşır.

1954’te, Fransızlar Kuzey Vietnam’daki Dien Bien Phu’da fecaat bir yenilgiye uğradıktan sonra, Amerikalılar anında savaşın sorumluluğunu üstlendiler ve sonraki yirmi yıl içinde Güneydoğu Asya’da milyonlarca insanı öldürdüler.

İsrail’in, 7 Ekim’de Hamas öncülüğünde, Gazze’deki işgalci güçlere karşı büyük askeri zaferler kazanmaya devam eden savaşçılar tarafından aşağılanmasının ardından, İsrail’in intikam alma süreci topyekûn Filistinlilere karşı bir soykırım savaşı başlatmasıyla devam etti.

Devam eden bu saldırı, beyazların üstün ırk olduğu inancını taşıyan ABD ve Avrupa ülkeleri tarafından lojistik ve finansal olarak destekleniyor, aynı zamanda bu ülkeler İsrail’e siyasi ve ahlaki bir kılıf sağlıyor.

Avrupa ve ABD basını, İsrail’in Filistin halkına yönelik soykırımını meşrulaştırmada aktif bir rol oynadı. Bu meşrulaştırmayı, önemli bir kısmı halihazırda çürütülmüş veya kaynağı tarafından geri alınmış ifadelerle, barbar ve ilkel Filistin şiddetine ilişkin ırkçı öykülerin desteklenmesi yoluyla yaptılar. Ancak geldiğimiz noktada, bu ırkçı uydurmalar Batılı siyasi liderler tarafından gerçekmiş gibi hâlâ tekrarlanmaya devam ediyor.

Filistin halkının soykırıma uğratılmasının gerekliliği konusundaki Batılı fikir birliğinin en isabetli özetini yapan kişi, İsrail Cumhurbaşkanı Isaac Herzog oldu. Herzog’a göre İsrail’in Yahudi üstünlükçü soykırım savaşı “yalnızca İsrail ile Hamas arasında değil, bu savaş gerçekten, sahiden Batı uygarlığını ve Batı uygarlığının değerlerini kurtarmayı amaçlayan bir savaş.”

Ronald Reagan’ın SSCB’yi devirme kampanyasında Hristiyan ahlakını kullanmasına selam durarak, İsrail’in düşmanının “bir kötülük imparatorluğundan” başka bir şey olmadığını ekleyen Herzog, Gazze’nin ve Gazze halkının “imha edilmesini” destekleyen Avrupalı ve ABD’li beyazların neden bu kadar kapsamlı bir fikir birliğine sahip olduğunu açıklamak için “Biz olmasaydık, sırada Avrupa ardından da ABD gelirdi,” dedi.

Böylesine bir savunma, beyaz üstünlükçü Avrupalı sömürgeci yerleşimcilerin karakteristik özelliğidir. Rodezya’nın beyaz yerleşimcilerin bağımsızlıklarını ilan etmelerinden iki ay önce, 1965’te Rodezya’nın Londra’daki son yüksek komiseri Tuğgeneral Andrew Skeen, Rodezya’daki beyaz üstünlükçü yerleşimci-sömürgeciliği “Doğu’nun Batı’yı istilasını durdurup geri döndürebileceğini” öne sürerek savundu. Rodezya’nın kaderinin “muallakta kalması” onun “Batı medeniyetinin şampiyonluk göstergesi olma rolünü üstlendiği ana yol açtı.”

İsrail, soykırım suçlarını meşrulaştırmak için sıklıkla ırksal üstünlüğü ve Batı medeniyetinin savunulması gerekliliğine inanan beyaz Hristiyan sömürgeci yerleşimciler gibi Batı medeniyeti kartını oynuyor, ancak onlardan farklı olarak kendi soykırım suçlarını meşrulaştırmak için ırksal üstünlüğü değil, Yahudi üstünlüğünü benimseyerek bunu yapıyor. Bununla birlikte, İsrail hükümeti ve onun Siyonist destekçilerinin beyaz Hristiyan sömürgeci yerleşimcilerin erişemeyeceği güçlü bir gerekçesi daha var: İsrail istediği zaman ahlaki baskı kurmak için Holokost’a ve antisemitizm tarihine atıfta bulunabiliyor. İsrail, yine antisemitizm tarihine atıfta bulunarak Filistin halkını yok etmeyi kendine hak görüyor ve bunu meşrulaştırmada bir problem yaşamıyor. İşte bu, Yahudi yerleşimci kolonisine özgü bir savunma.

İsrail’in soykırım suçlamalarına yönelik her zaman erişebildiği tehditkar bir savunması var. Bu savunma, Avrupalı Yahudilerin beyaz Avrupalı Hristiyanlar tarafından soykırıma uğratılması nedeniyle, İsrail hükümetinin tüm Yahudiler adına Filistin halkına gerekli gördüğü her türlü zulmü uygulayabileceği iddiasıdır. Bu, düzinelerce sivili buldozerlerle diri diri gömmek anlamına gelse bile. Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin İsrail’in suçlarını araştırma girişiminde bulunma ihtimali gibi, batı medeniyetini savunmak için Filistinlilere yönelik bu soylu İsrail soykırımını sorgulamaya cesaret eden herkes, Benyamin Netanyahu’nun büyük bir kibirle ilan ettiği gibi “saf antisemitizm” uyguluyor olacaktır.

Sömürgeci mirası

İsrail’in Filistinlilere uyguladığı korkunç vahşetin geçmişi, özellikle de neredeyse yirmi yıldır Gazze toplama kampında bu vahşetin görülmüş en acımasız tezahürleri göz önüne alındığında, pek çok yorumcu 7 Ekim’de yaşananları kınamak ve açıklamak için çeşitli benzetmeler öne sürdü.

Filistin asıllı Amerikan tarihçi Rashid Khalidi, 1990’ların başında Madrid ve Washington’daki Filistin Kurtuluş Örgütü’ne Kissinger’ın sözde “barış süreci”nin nasıl müzakere edileceği konusunda danışmanlık veriyordu. Rashid Khalidi, The New Yorker’a yakın bir zamanda verdiği röportajda Filistin direnişini kınayarak: “Bir Kızılderili kurtuluş hareketinin çalıntı arazide yaşadığım için evime RPG-7 ile saldırması haklı bir gerekçe midir?” dedi ve kendinden emin bir şekilde şunu öne sürdü: “Elbette bu haklı bir gerekçe değildir… Uluslararası insancıl hukuku ya kabul edersiniz ya da etmezsiniz.”

Ancak Khalidi’nin X’te birçok eleştirinin odağı haline gelen benzetmesi hatalıdır. Kızılderili örgütü Red Nation mensubu bilim insanı ve aktivist Nick Estes’in de sertçe ifade ettiği gibi; İsrail’in sömürgeleştirilmiş Filistinli vatandaşları, şu anda kendilerine ait çalıntı topraklarında yaşayan İsrailli Yahudileri bombalasaydı, Yerli Amerikalılarla yapılan benzetmenin bir değeri olabilirdi. Ancak o zaman bile bu daha çok, ırkçı beyaz yerleşimcilerin ABD’nin “Bağımsızlık Bildirgesi”nde bahsi geçen Amerika yerlilerinin “bilinen savaş kuralları her yaştan, cinsiyetten ve koşuldan farksız bir şekilde yok etmek olan acımasız Kızılderili Vahşileri” olarak temsil edilmelerine benzerdi.

Anne ve babası Holokost’taki toplama kamplarından sağ kurtulan Amerikalı Yahudi tarihçi Norman Finkelstein ise farklı bir benzetme öne sürerek Filistin direnişini Yahudi mahkumların toplama kamplarından kaçıp “kapıları patlatmasına” benzetti. İfadelerine kendi annesinin Dresden’deki Alman sivillere yönelik gelişigüzel bombalamayı desteklediğini de ekledi. Haiti devrimi ve Nat Turner’ın köle isyanı da dahil olmak üzere pek çok başka benzetme de mevcut.

Bu arada, hiç kimse İsrail halkının Gazze’deki Filistinlilerin yok edilmesine verdiği büyük desteğe dair herhangi bir benzetme yapmadı.

İsrail Demokrasi Enstitüsü ve Tel Aviv Üniversitesi’nin, İsrail’in o zamana kadar binlerce kişinin ölümüne neden olan Gazze’ye yönelik devasa bombardımanının başlamasından bir aydan fazla bir süre sonra gerçekleştirdiği Barış Endeksi anketlerine göre: “İsrailli Yahudilerin yüzde 57,5’i İsrail Savunma Kuvvetleri’nin Gazze’de çok az ateş gücü kullandığını, yüzde 36,6’sı uygun miktarda ateş gücü kullandığını ve yalnızca yüzde yüzde 1,8’i çok fazla ateş gücü kullandığına inandığını söyledi.”

Ancak her zaman, yerleşimci ve sömürgeci İsrail’e karşı Filistin direnişine, gerçek ya da kurgusal benzetmeler kullanmak yerine kendisinden önceki sömürgecilik karşıtı mücadele tarihi içinde yer verilmelidir. Batı’nın son dönemdeki ırkçı öfkesi ve İsrail’in esir tuttuğu Filistin halkına karşı yürüttüğü soykırım savaşı, bu sömürgeci soyun devamıdır.

Etiyopyalılar, Zululular, Sudanlılar ve Zimbabveliler beyaz üstüncülüğü ve yerleşimci sömürgeciliği yüzünden on binlerce insanı kaybeden haklardan yalnızca bazıları. Cezayirliler, Tunuslular, Mozambikliler, Angolalılar ve Güney Afrikalılar, hele de Vietnamlılar, Kamboçyalılar ve Laoslular 1954-1994 arasında benzer bir mücadelede milyonları kaybettiler.

Son 140 yıldır ve özellikle çarpıcı bir şekilde son 75 yılda Filistinliler benzer şekilde, Yahudi üstünlükçülüğüne ve “batı medeniyetinin savunulmasına” dayanan Avrupa yerleşimci-sömürgeciliğinin devam eden mirasının kurbanları oldular.

[Middle East Eye’da 18 Aralık 2023 tarihinde yayımlanan İngilizce orijinalinden Sude Özmen tarafından bdsturkiye.org için çevrilmiştir]