Bu rejimin aşırı sağa doğru serüveninden en çok etkilenecek olan ve bu tehlikeyi enselerinde hisseden Filistinlilerin sözü geçen protestolara katılımına izin verilmemesi, Filistin bayraklarının alandan çıkarılması, eylemlerin politik yönelimine dair açık bir kanıt sunmaktadır. Filistinliler açısından sokağa dökülen muhalefetin temsil ettiği İsrail siyaseti yerelde ehveni şer olarak görünse de uluslararası siyasette daha tehlikeli kabul ediliyor.
Şubat başından bu yana İsrail’de büyük bir siyasi kriz ve toplumsal hareketlenme söz konusu. Toplamda 16 yılı aşkın başbakan olarak görev almış Netanyahu liderliğindeki ”İsrail tarihinin en sağcı hükümeti” olarak nitelendirilen koalisyon, Yüksek Mahkeme’nin yapısına ve yetkilerine müdahale etme niyetiyle bir yasa tasarısını gündeme aldı. Tasarının, güçler ayrılığını hedef alarak demokrasiye büyük tehlike oluşturduğu gerekçesiyle binlerce İsrail vatandaşı sokaklara çıktı ve haftalardır dinmeyen eylemler düzenleniyor. Yaşananları uzaktan izlerken bir halkın iradesine ve özgürlüğüne sahip çıkma mücadelesi yürüttüğünü düşünüp hayran kalmak çok olası. Hatta İsrail’de işbaşındaki hükümeti, Türkiye ve başka birçok yerdeki hükümetle benzeştirip, ona karşı koyan kitlelerle bir bağ kurmamak elde değilmiş gibi geliyor. Ancak yaşananları tarihsel bir perspektiften irdeleyip, söz konusu rejimi doğru tahlil etmek gerekiyor.
Yüksek Mahkeme, işgal rejiminin sigortası
19. yüzyılın sonlarında ortaya çıkan, İsrail “devleti”nin kurucu ideolojisi Siyonizm, silahlı çeteleri aracılığıyla 1947-48’de yüzlerce Filistin köyünü haritadan silerek, binlerce Filistinliyi katlederek ve yüz binlercesini toprağından kopararak İsrail “devlet”ini ilan ettiğinde, bu devletin laik ve demokratik bir karakter taşıyacağını iddia etmişti. Pek çok katliama ve savaş suçuna karışan silahlı çeteler büyük oranda Avrupa’dan Filistin’e yerleşen kişilerden oluşuyordu. Daha sonra İsrail İşçi Partisi’nde görev alan bu kadrolar, kurdukları “devlet”i ayakta tutmak için silahlı şiddetin yanı sıra diplomatik gücün ve uluslararası imajın elzem olduğunun farkındaydı. İlan edildiği andan itibaren, uluslararası hukuk açısından meşruluğu olmayan işgal ve nüfus transferi pratikleri sergileyen bu “devlet”, demokrasi söylemiyle bölgede özgün bir örnek oluşturduğunu vazederek kendisini siyasi ve kültürel açıdan meşrulaştırmaya çalıştı. Fakat Siyonist “devlet” yerlilerin haklarını ve kaynaklarını gasp ederek varlığını temellendirmiş olması itibariyle, doğal şekilde sağcılaşma eğilimine girmiş, kendi içindeki “ilerici” unsurların zayıflamasına, giderek sistemden dışlanmasına ve devletin demokratik görünümlü yapı ve teamüllerinin kaybına yol açmıştır. “Kurucu” dönemde rejimin işgale dayanan pratiğine ayak bağı olmaması için herhangi bir yazılı anayasa ve devletin sınırları açıkça ilan edilmemiştir. O dönemin ürünü olan Yüksek Mahkeme, bu işgal rejiminin sigortası olarak siyasi partiler üstü bir konuma yerleştirilmiştir. O dönemde mahkeme, aynı zamanda aşırı ve marjinal görünen eylemleri dizginlemeye ve modern demokratik yapının görüntüsüne korumaya yarıyordu.
Siyonizm, özüne doğru evrilirken
1967’de yaşanan savaşın ardından işgalin tüm Filistin topraklarına yayılmasıyla rejimin sağcılaşması yeni bir derinlik kazanmıştı. Siyonizm’in sağ kanadı bu süreçte giderek büyümüş ve 1977’de seçimlerden zaferle çıkmıştı. Bu kanat yerleşimci işgal ve etnik temizliğin daha sert biçimde yürütülmesini savunuyordu ve aşırıcı unsurların filizlenmesine göz yumuyordu. Bu kanadın en bilinen figürlerinden Menahem Begin 1982’deki Lübnan işgali sırasında başbakanlık koltuğunda oturuyordu. Lübnan işgaline karşı iç kamuoyunda dillendirilen eleştirilere karşı Begin, kendisinin Ben Gurion’un (İsrail’in kurucu lideri) izinden gittiğini belirtmişti. Ona göre aralarındaki tek fark, Ben Gurion gizleme yöntemlerine başvururken kendisinin politikasını açık bir şekilde uygulamasıydı. İşte Siyonist sömürgeciliğin iki kanadı arasındaki temel fark buydu!
90’lı ve 2000’li yıllarda işgal devletini büyük oranda Siyonizm’in sağ kanadı yönetti. Bugün, bu kanadın içinde büyüyüp gelişen aşırı sağ unsurlarla birlikte kurulan hükümet ittifakının bozulmaması adına rejimin “kurucu” yapısı esnetilmeye, dönüştürülmeye çalışılmakta. Siyonizm, siyasal olarak sağa yani özüne doğru evrilirken, asli hedeflerinin önündeki tüm engelleri kaldırma gayretinde olduğu görünüyor.
Bu bir taraftan İsrail “kurucu” ideolojisi için bir toplumsal tehlike iken, sömürge altında yaşayan Filistin halkı için varoluşsal bir tehdit oluşturuyor. 2018’de ‘Yahudi Ulus Devlet Yasası’nı meclisten geçiren sağ Siyonizm’in devlete yapısal olarak sinmesi ve gelişmesi, Filistinliler için yakın gelecekte ikinci bir yerinden edilme riski anlamına geliyor. İşgal devleti kurumlarının onayı ve aşırı sağ hükümetin teşvikiyle çoğalan yerleşimci paramiliter güç ile beraber Filistinlilere karşı şiddet gün geçtikçe artıyor. Herhangi bir Filistinli her an öldürülebilir ya da günlük yaşamında her türlü haksızlıkla karşı karşıya kalabilir durumdadır.
Filistinliler tehlikeyi enselerinde hissediyor
İsrail’de aylardır süren eylemlerin yapısını korumak istediği Yüksek Mahkeme ve ona bağlı hukuki merciler, binlerce Filistinliyi “idari tutukluluk” adı verilen bir uygulamayla hapishanelerde tutuyor. İdari tutuklu olan Filistinliler neyle suçlandıklarını ve ne kadar süre tutulacaklarını asla bilemiyorlar. Bu nedenle pek çok Filistinli tutsak açlık grevleriyle sesini duyurmaya çalışıyor. Bu durumda olan tutsaklardan Hıdır Adnan, 6. kez girdiği açlık grevinin 87. gününde -tam da İsrail muhalefetinin İsrail hukuk sistemini savunmak için eylemlere kalkıştığı bu süreçte- hayatını kaybetti.
Bu rejimin aşırı sağa doğru serüveninden en çok etkilenecek olan ve bu tehlikeyi enselerinde hisseden Filistinlilerin sözü geçen protestolara katılımına izin verilmemesi, Filistin bayraklarının alandan çıkarılması, eylemlerin politik yönelimine dair açık bir kanıt sunmaktadır. Filistinliler açısından sokağa dökülen muhalefetin temsil ettiği İsrail siyaseti yerelde ehveni şer olarak görünse de uluslararası siyasette daha tehlikeli kabul ediliyor. Çünkü demokratik(!) birtakım sembollerle süslenmiş bir apartheid rejimi, kendini uluslararası alanda meşru ve uygulanabilir olarak pazarlayabiliyordu.
Ancak Filistinlilerin tarihten çıkardığı derslerle toprağını terk etmeme şeklinde tezahür eden direncin yanı sıra uluslararası alanda İsrail’in meşruiyetini sorgulayan fikirlerin/kampanyaların güçlenmesi apartheid karşıtı cephenin de gücünü ortaya koyuyor. Öte taraftan, son yıllarda “İsrail” fikrinden vazgeçip ülkeyi terk eden Yahudilerin sayısı hızlı bir artış gösteriyor. Bu gruptan kimi seslerin İsrail’e karşı muhalefetin yanı sıra Filistin halkının haklarına duyarlı bir eğilim oluşturdukları görülüyor. Tarihsel deneyim ve içinde olduğumuz şartlar bize şunu gösteriyor; tarihsel Filistin topraklarında eşit, özgür ve demokratik bir yapıyı, Filistinliler ve ırk-ayrımcı “İsrail” projesine karşı duran Yahudiler birlikte oluşturacaktır.
*BDS Türkiye destekçisi