İsrail ile Almanya arasında on yıllardır süren hastalıklı işbirliği ve İsrail’in güvenliğinin “Almanya’nın varlık sebebi” (“Staatsräson“) olduğu yönündeki yaygın iddia, Siyonist toplumsallaşmayı siyasi ve ırkçı amaçlar doğrultusunda destekleyerek Alman toplumunun büyük kısmına nüfuz eden bir korku, utanç, suçluluk ve nihayetinde kendini haklı görme atmosferi yaratmıştır.
Almanya’nın çokça takdir edilen ‘hafıza kültürü’ basit, kof, kendi kendini öven bir propagandadan ibarettir.
Ben aslen New Yorklu olan ve şimdilerde Berlin’de yaşayan Filistin yanlısı, Yahudi bir dayanışma aktivistiyim. Büyükannem, İkinci Dünya Savaşı sırasında 16 yaşındayken Köln’den Amerika Birleşik Devletleri’ne kaçarak Holokost’tan sağ kurtulmuştu. Yaklaşık beş yıl önce Almanya’ya “geri döndüm”; bu karar büyük ölçüde benimle o sırada hayatta olan büyükannem için kuşaklar arası iyileşme arzusundan doğmuştu. Almanca öğrendim ve hayatının kalan son birkaç yılında onunla anadilinde konuşabildim. Almanya’da yaşadıklarımı ona anlattım, bazı arkadaşlarımla tanıştı ve görünüşe göre ülkesinin ve insanlarının evrimleşmesi ve korkunç tarihlerinin kefaretini ödemeleri karşısında minnettar oldu. Bunun ne kadar iyimser ve idealist bir yanılsama olduğunu fark etmeden bu dünyadan gittiği için açıkçası seviniyorum.
Son birkaç yılda kendimi bu konuda geliştirdikçe, Filistin özgürlük hareketinde faaliyet yürütmeye başladıkça ve yetiştirilme tarzımın derinlerine nüfuz etmiş olan aşırı Siyonist şartlanma ve beyin yıkamadan kendimi kurtardıkça, Almanların “Erinnerungskultur” (“hafıza kültürü”) kavramına duyduğum saygı yerini bu kavramın tamamen boş, kof, kendi kendini öven bir propagandadan ibaret olduğuna dair farkındalığa bıraktı. Bu kültürün temelinde, antisemitizmin ve Almanların Holokost’taki sorumluluğunun kasıtlı ve ırkçı bir şekilde Araplara, Müslümanlara ve hepsinden öte bir saptırma ve dikkat dağıtma aracı olarak şeytanlaştırdıkları ve günah keçisi ilan ettikleri Filistinlilere isnat edilmesi var.
1985 tarihli bir belgesel olan Ma’loul Celebrates Its Destruction, 1948 Nekbe’si sırasında tüm köylerin nasıl yok edildiğini anlatıyor. Belgeselde bir muhabir, yerinden edilmiş bir Filistinli’ye şöyle diyor: “Ama altı milyon Yahudi’yi öldürdüler.” Adamın haklı yanıtı şöyle oluyor: “Onları ben mi öldürdüm? Onları öldürenlerden hesap sorulmalı. Ben bir karıncayı bile incitmedim.” Bu kadar temel bir gerçeğin “karmaşa” ve “çatışma” diline bu kadar derinden gömülmüş olması, İsrail, ABD ve Almanya (ve genel olarak Batı) tarafından yayılan emperyalist anlatının kararlılığının ve genişliğinin bir kanıtıdır. Bu arada medyanın, istatistikleri görmezden gelme, Filistinlilere yönelik şiddet ve ırkçılık gerçeğini çarpıtma ve sözde “antisemitizmle mücadeleye” yönelik gerçek ilgisizliği gizleme çabalarına rağmen, Almanya’daki tüm antisemitizm olaylarının yüzde 90’ından fazlası aşırı sağcılardan kaynaklanmaktadır.
Antisemitizm içerikli gerçek vakalar büyük ölçüde cezasız kalırken, Filistin ile dayanışma içinde olan bizler, barışçıl protesto gösterilerinde ve boykotlarda polisin ve Alman hükümetinin acımasız, devlet güdümlü şiddetine, baskılara ve gözaltına alınmaya alıştık. Bu şiddet politikası, Gazze’de soykırımın başladığı Ekim ayından bu yana sistematik olarak yöneltilen antisemitizm ve “Judenhass” (“Yahudi nefreti”) suçlamaları ile büyük ölçüde yoğunlaştı. Bu nedenle, yükselen faşizme ve aşırı sağcı Almanya için Alternatif (AfD) partisine karşı mücadeleden dışlanmayı reddetmek de dâhil olmak üzere, sesimizi yüksek ve mücadelemizi görünür tutmaya kararlıyız.
3 Şubat’ta, aktif bir üyesi olduğum devrimci Marksist Sozialismus von Unten (“Aşağıdan Sosyalizm”) grubuyla birlikte Filistin yanlısı bloğun bir parçası olarak Berlin’deki AfD karşıtı gösteriye katıldım. Filistinli ve Filistin yanlısı yoldaşlarımın geçtiğimiz haftalarda AfD karşıtı protestolarda yaşadıkları şiddet dolu, ırkçı ve rahatsız edici deneyimlerden sonra bu protestoya gitme konusunda oldukça endişeliydim. Filistin ile dayanışma göstererek AfD’yi protesto eden insanlar, Almanya’nın dört bir yanında acımasızca taciz edilmiş, saldırıya uğramış, polise ihbar edilmiş ve hem göstericiler hem de polisler tarafından şiddet kullanılarak dağıtılmıştı.
[3 Şubat’ta] genel olarak olumlu bir hava vardı ve daha önceki gösterilere kıyasla daha somut bir dayanışma var gibiydi. Elimde “Jüdin gegen die AfD und Zionismus, für ein freies Palästina” (“Özgür Bir Filistin İçin AfD ve Siyonizm’e Karşı Bir Yahudi Kadın”) yazılı bir pankart taşıdım. AfD’ye karşı stratejik ve sistematik bir örgütlü mücadeleyi teşvik eden broşürler dağıttık. Eyleme katılanlara faşizmle mücadele ile Filistin’in özgürlüğü için mücadele arasındaki bağlantıyı anlattık. Filistin halkının şu anda Almanya’da protesto ettiğimiz faşist politikalar altında acı çektiğini ve Almanya’da Filistinlilerin ve onlarla dayanışma içinde olanların temel insan haklarının (konuşma özgürlüğü, ifade özgürlüğü, toplanma özgürlüğü) somut olarak ihlal ve inkâr edildiğini anlattık. Koşulsuz, uluslararası dayanışmanın önemini vurguladık.
Bazıları anti-Semitik olarak görülme endişesiyle konuya dâhil olma konusunda temkinliydi, ancak birçoğu meraklı, ilgili ve bir şeyler öğrenmeye açıktı. Her ne kadar ana akım medya Gazze’de devam etmekte olan soykırıma ilişkin haberleri çarpıtmaya ve saptırmaya çalışsa da, yakın zamanda yapılan bir kamuoyu yoklamasına göre, İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırılarının haklı olduğuna inanıp inanmadıkları sorulduğunda Alman seçmenlerin sadece yüzde 25’i olumlu yanıt veriyor; yüzde 61’i ise haklı olmadığına inanıyor. İkinci grup eylemde açıkça temsil ediliyordu.
Yaklaşık bir saat sonra, bu anketteki yüzde 25’lik kesimin bir temsilcisiyle temas kurdum. Agresif bir ifadeye sahip yaşlı bir Alman bana yaklaştı, önümde durdu ve neredeyse bağırarak “Peki AfD ile İsrail arasında ne gibi benzerlikler olduğunu düşünüyorsun?” diye sordu. Makul bir sohbete girmeye niyeti olmadığını anlayabiliyordum ama yine de açıklamaya çalıştım. Birkaç kelimeden sonra gözlerini devirdi ve yüzüme tükürdü.
Şahit olduğum bu kendine has nefreti, beynime sıçrayan kanın ekşiliğini, dilimdeki öfkenin acılığını tarif etmek zor. Çocukluğumdan beri rüyalarıma giren, Varşova Gettosu’nda Nazilerin insafına terk edilmiş, sürgün edilmiş ve öldürülmüş büyük büyük ebeveynlerimin cansız yüzlerini görmek gibiydi. Filistin direnişini, halkların zalimlere karşı direnme hakkını son nefesime kadar kayıtsız şartsız savunacağıma dair inancımı tüm keskinliğiyle hissettim. Dört buçuk aydan fazla bir süredir Filistinli erkeklerin, kadınların ve çocukların katledilmesini sessiz, suç ortağı olarak ve 75 yılı aşkın işgal, apartheid, hırsızlık, etnik temizlik, yalanlar, insandışılaştırma ve bağışlanması imkânsız adaletsizliğin acımasız yankısıyla, edilgen bir şekilde izleyen dünyaya avazımız çıktığı kadar haykırırken hepimizin ağzının her köşesinde kaynayan öfke ve kuşku gibi bir tat vardı.
Adamın peşinden koştum ve ona ailemin soykırım sırasında faşizm yüzünden öldürüldüğünü söyledim – bunun üzerine bana tekrar tükürdü.
Beni kışkırttı: “Sen ne bilirsin ki? AfD faşist bir parti. Bunun İsrail ile ne alakası var?” “Biz konuşurken İsrail Gazze’de soykırım yapıyor…” diye bariz olanı ifade etmeye başladım ama yüzüme üçüncü kez tükürmeden önce cümlemi tamamlayamadım.
Titriyor, öfkeleniyor ve ondan iğreniyordum, son sözüm “Sen tam bir antisemitsin” oldu. Etkileşimin bu noktasına kadar üstünlük taslayan ve aşağılayıcı bir tavır sergilemişti, ancak (tahmin ettiğim gibi) bu son sözüm onu çılgına çevirdi. Arkamı dönüp uzaklaşırken arkamdan bağırdı: “Ne dedin sen bana?”
Geçenlerde bir arkadaşım bana “Almanlar Holokost’tan dolayı Yahudileri asla affetmeyecekler” dedi. Bu sözler kulaklarımda çınladı ve göğsümde çöreklendi; Alman toplumunun derinine işlemiş ve içinde yaşadığım deneyimi tam olarak yansıtan sert, çirkin bir gerçek. Şaşırtıcı, gülünç ve bir o kadar doğru.
AfD’nin neo-Nazilerinden, takıntılı bir şekilde ve kayıtsız şartsız Siyonizm’i destekleyerek Alman antisemitizmiyle mücadele ettiklerini iddia eden “anti-Deutsche” solculara kadar, günümüz Almanlarının çoğu Yahudilere karşı bastırılmış bir öfkeyle dolup taşıyor. Farkında olsunlar ya da olmasınlar, bu durum gösterideki adamın tepkisi gibi bir tepkinin derin ve histerik ikiyüzlülüğünde son derece aşikâr: Faşizm ve soykırımla kişisel ve kuşaklar arası ilişkisi temelinde faşizme ve soykırıma karşı durduğu için bir Yahudi’nin yüzüne tükürmek ve buna bağlı olarak antisemit olarak tanımlanmaya öfkelenmek.
Öyle görünüyor ki bu öfke, Almanların, atalarının eylemlerinden dolayı nedamet getirmek zorunda kalmalarının “haksızlığına” bir tepki; bu da onlara küresel ölçekte herkesin takdirini kazandıran bir şey. Bu tepkisellik dar kafalılık ve bağnazlık biçimini alıyor: Yahudilik, Yahudi halkı ve “Yahudi yaşamı” ile ilgili kabul edilebilir tek kavram, Yahudi olmayan Almanların açıkça bizzat imza attıkları kavramlardır. (Almanya’daki Yahudi halkının çıkarlarını temsil ettiklerini iddia eden “antisemitizm komiserlerine” bir bakın – bunların hiçbiri Yahudi değil ya da Yahudilikle ilgili veya bağlantılı herhangi bir alanda uzman değiller). Pek çok Alman için kabul edilebilir tek Yahudilik Siyonizm’dir, onun da esasen Yahudilikle hiçbir ilgisi yoktur. Bu zehirli anlatıyla çelişen bakış açılarıyla ya da kendi anlayışlarına uymayan Yahudilikle mücadele etmek zorunda kaldıklarında, öfkeleri şiddetli ve patlayıcı bir şekilde ortaya çıkıyor. “Anti-Deutsche”ler, saplantılı Siyonizmleri aracılığıyla Yahudilerin fetiş haline getirilmesini en aşırı noktaya kadar silah olarak kullanıyor ve kendi görüşlerini paylaşmayanlara karşı (anti-Siyonist Yahudiler de dâhil olmak üzere) saldırgan bir nefretin ve karalama kampanyalarının öncülüğünü yapıyor. Yahudilik, antisemitizm ve soykırımı tanıma ve tanımlama konusunda Almanların otoritesini sorgulamaya, başta Yahudiler olmak üzere, kim nasıl cüret edebilir ki!
İsrail ile Almanya arasında on yıllardır süren hastalıklı işbirliği ve İsrail’in güvenliğinin “Almanya’nın varlık sebebi” (“Staatsräson“) olduğu yönündeki yaygın iddia, Siyonist toplumsallaşmayı siyasi ve ırkçı amaçlar doğrultusunda destekleyerek Alman toplumunun büyük kısmına nüfuz eden bir korku, utanç, suçluluk ve nihayetinde kendini haklı görme atmosferi yaratmıştır. Soru sorulduğunda cezalandırmakta, bilgiyi saptırmakta ve Yahudiliğin Siyonizm’den çok daha önce var olan ve çok sonra da var olacak olan kapsamlı, farklılaşmış ve tarihsel olarak diasporik bir kültür olarak anlaşılmasını engellemektedir.
Tüm Yahudilerin ve Yahudiliğin tamamının, zorunlu olarak aynı dili konuşan (modern İbranice), aynı değerlere sahip (Siyonizm) ve aynı (Almanya’da Almanlar tarafından belirlenmesi gereken) kültürü paylaşan tek tip bir varlık olarak tanımlanması, aslında tam da Nazilerin anti-Semitik ırk ayrımcılığının ve bu amaçla kullandıkları ötekileştirici, insandışılaştırma retoriğinin tanımlamasıdır. Yahudilerin, milliyetçi yerleşimci-sömürgeci Siyonist hareket tarafından karakterize edilen, tek bir toprakta “yerli”, farklılaşmamış bir halk olarak katı ve özünde antisemitik kavranışı, sadece Hitler’in eserinin bir devamı olarak hizmet etmiştir. Avrupa’da seküler Yahudiliğin ortadan kalkmasına sebep olmuştur. Yidiş, Ladino, Judeo-Arapça, Judeo-Farsça ve diğer İbrani dillerini ortadan kaldırmıştır. Holokost’tan seksen yıl sonra, Yahudilerin Alman toplumundan ayrı, yabancı bir baş belası olarak görülmesini sürdürmeyi başarmıştır; Yahudileri yok etme girişimi artık başka bir grubun yok edilmesini meşrulaştırmak için kullanılabilmektedir.
Yahudiliği denetim altına alma geleneği Almanya’da nesilden nesle aktarılagelmiştir; burada söz konusu olan, AfD karşıtı eylemdeki yaşlı adam örneğindeki gibi, yalnızca yerleşik, homojen bir Yahudi tanımı değil, en önemlisi, aynı zamanda Almanların bunu dikte etme hakkı ve yükümlülüğüdür.
Peki elimizde ne kaldı? Sanırım bunu yukarıda bahsettiğimiz istatistikte görebiliyoruz. Almanların çoğunluğu, yetiştirildikleri ve inanmaya şartlandırıldıkları şeylere rağmen, en azından Gazze’de olup bitenlerin yanlış olduğunu biliyor. Birçoğu antisemitizm, İsrail ve Filistin ile ilgili ana akım anlatıda önemli ve göze çarpan bir şeylerin eksik olduğunu görebiliyor. Sokaklarda AfD’ye karşı yürüyenlerin çoğunun bunu gerçekten tarihin doğru tarafında durmak istedikleri için yaptıklarını söyleyebilirim. Bu arada, gerçekte azınlık olan kesim, Arap, Müslüman ve Filistin karşıtı ırkçılık, antisemitizm ve soykırım yanlısı görüşlerini daha yüksek sesle, daha öfkeli ve daha görünür bir şekilde yaymakta ve bu şekilde geri kalanları uysal bir sessizlikle sindirmektedir.
Ana akım Alman medyasında hiç kimse AfD karşıtı protestoda yaşadıklarım hakkında haber yapmadı. Kültürel bağlam göz önüne alındığında bu bir sürpriz değil. Ancak bu ikiyüzlülüğün ve böyle bir olayla ortaya konan, giderek daha yıkıcı hale gelen anlatıların altını çizmek, eğitim ve güçlendirme için güçlü bir fırsat sunuyor. İçinde bulunduğumuz anın temel nedenlerinin ve toplumsal arka planının dile getirilmesi, bunlarla yüzleşmeyi herkes için erişilebilir ve gerekli kılmaktadır. Bu kadar çok kişi sokaklara dökülürken, herkesin sesini yükseltmesini, ne için konuştuğunu ve neye karşı konuştuğunu kesin olarak bilmesini sağlamak için birer silah gibi onları gerçeklerle donatmak bizim sorumluluğumuzdur. Özgür bir Filistin için mücadele etmeye ve bu yolda ırkçılığa, Siyonizm’e, (gerçek) antisemitizme, faşizme ve soykırıma karşı seferber olmaya her zamankinden daha büyük bir kararlılıkla devam edeceğiz. Sözlerimizin ritmi, direnişimizi söndürmeye çalışan ama eninde sonunda bunda başarısız olacak olan bir toplumun kalp atışları haline gelinceye kadar bunu sürekli olarak tekrarlayacağız: “Bir daha asla!” demek “Bir daha asla ve hiç kimseye!” demektir.
*Berlin’de yaşayan anti-Siyonist Yahudi aktivist
[El-Cezire’de 1 Mart 2024 tarihinde yayımlanan İngilizce orijinalinden Emir Doğan tarafından bdsturkiye.org için çevrilmiştir]