4 Ekim Pazar günü İsrail’de yayın yapan Yediot Ahronot gazetesinin Nahum Barnea imzalı başyazısı, “Bu bir intifada, üçüncü intifada” sözleriyle başlıyordu. Barnea’ya bunu söyleten, işgal altındaki Filistin’de yoğunluğu ve öfkesi artan sokak eylemlerine ilave olarak kısa aralıklarla iki silahlı eylemin de gerçekleşmesiydi. Üstelik bu eylemlerden birini, beklenmedik bir şekilde, El Fetih’le bağlantılı çok sayıda küçük örgütten biri olan Şehid Abdülkadir el-Hüseyni Tugayları üstlenmişti.
Bunu “üçüncü intifada” olarak tanımlamanın ne kadar doğru olacağı halen tartışmaya açık olsa da, Batı Şeria (Kudüs’ün doğusu da dahil olmak üzere, geniş anlamıyla Batı Şeria) son günlerde ve haftalarda alışılmamış bir toplumsal patlamanın bütün emarelerini taşıyor. “Alışılmamış” diyoruz, zira en azından İkinci İntifada’nın sona erişinden (2005) bu yana istisnai durumlar dışında, Batı Şeria’ya göreceli bir sükunet hakimdir. Bunun bir dizi nedeni bulunuyor. Her şeyden önce Oslo’dan beri devam eden güvenlik işbirliği anlaşmaları gereği, doğrudan Filistin Yönetimi’nin Batı Şeria’daki direniş hareketlerinin önünü alması, bölgenin büyük ölçüde silahsızlandırmış olması, işgal askerlerinin, kontrol noktalarının ve İsrail yerleşim birimlerinin fiili varlığının bir askeri direnişin gelişme kanallarını tıkaması, yanısıra halkın tamamına yakınının silahlı mücadele taraftarı olduğu Gazze’den farklı olarak Batı Şeria’da barışçıl ve “diplomatik” çözüm taraftarlarının görece fazla olması gibi sebepler, bölgede bugüne kadar devam eden belli bir statükonun oluşmasına sebep oldu.
Bununla birlikte Batı Şeria’da işgal askerlerinin eliyle gerçekleşen kitlesel tutuklamalar, zaman zaman ölümlü hale gelen baskınlar, yerleşimci saldırıları ve Ramallah hükümetinin giderek yozlaşan yönetimi, geride bıraktığımız süreçler boyunca mevcut statükonun sürdürülebilirliğini giderek daha tartışmalı hale getirdi. Son haftalarda arka arkaya yaşanan bazı gelişmeler ise, bir toplumsal öfke patlamasına doğru giden sürecin katalizörü işlevi gördü. Bu noktada çok sayıda başka faktörün yanısıra özellikle üç olayın “infial yaratıcı” etkilerinden söz edebiliriz: Eylül ayında işgal güçleri ve yerleşimciler tarafından Kudüs’te Mescid-i Aksa’ya düzenlenen saldırılar; Nablus’ta yerleşimciler tarafından bir evin kundaklanması sonucunda önce 18 aylık Ali Devabşe isimli bebeğin, ardından yaralı çıkan babanın, son olarak da annenin hayatını kaybetmesi; ve 22 Eylül günü El Halil’deki bir kontrol noktası yakınlarında 19 yaşındaki üniversite öğrencisi Hadil el-Haşlemun isimli Filistinli kadının İsrail askerleri tarafından infaz edilmesi.
Haşlemun’un infazından bu yazının yazılmasına kadar geçen süreç içinde Batı Şeria’da öldürülen ve yaşları 12 ile 26 arasında değişen Filistinlilerin sayısı altıya çıkarken, gerek İsrail askerlerinin cenazelere ve protesto gösterilerine müdahaleleri, gerekse de yerleşimcilerin saldırıları sonucunda beşyüze yakın Filistinlinin yaralandığı aktarılıyor.
Yıllardır biriken dinamikler ve son olayların gelişim seyri dikkate alındığında, adı “üçüncü intifada” veya başka bir şey olacak bir toplumsal patlamanın esasen İsrailli yerleşimcileri hedef alması muhtemel gibi görünüyor ki, böyle bir durumda özellikle Batı medyası yaşanan süreci işgalcilere karşı bir başkaldırı olarak değil, Arap-Yahudi çatışması veya Müslüman-Yahudi çatışması olarak betimleyecektir. (Kısa aralıklarla Hadil el-Haşlemun’un ve 21 yaşındaki başka bir Filistinlinin İsrail askerleri tarafından öldürülmesi bile New York Times gazetesinin haber spotunda “Müslümanların ve Yahudilerin dini bayramları yaklaşırken Batı Şeria’da meydana gelen şiddet olaylarında iki ölü var” diye sunuldu).
Bu noktada dünya çapında Filistin mücadelesine destek veren kesimlerin, yerleşimci gerçeğini dünyaya daha iyi anlatması gerekecektir. Daha önceki yazılarımızda bu meseleyi ayrıntılı şekilde ele aldığımızdan, burada yalnızca birkaç temel noktayı özetlemekle yetineceğiz. Batı Şeria ve Kudüs’ün doğusundaki İsrailli yerleşimciler, “Filistin’de yaşayan Yahudiler” değildir. Kolonyalist bir politika dahilinde ve uluslararası hukuka aykırı bir şekilde, işgal edilmiş bölgelere zorla yerleştirilmiş işgalcilerdir ve çoğu ırkçı görüşlere ve/veya ırkçı örgütlere mensuptur. Kaydadeğer bir kısmı silahlıdır. 2000 yılından beri yerleşimciler tarafından Filistinlilere karşı gerçekleştirilen kayıtlara geçmiş saldırı sayısı yaklaşık 11 bindir. Bu kişiler işledikleri suçlardan ötürü ya hiç yargılanmamakta ya da komik “ceza”lar almaktadır. Örneğin sözünü ettiğimiz ve biri bebek olmak üzere 3 can alan kundaklama saldırısının failleri 8 günlük tutukluluğun ardından ertelemeli 6 ay hapis cezasıyla serbest bırakılmıştır. Aynı bölgede İsrail askerlerine taş atmanın cezası ise 20 yıl hapsi bulabilmektedir.
Batı Şeria genelinden sürekli yeni eylem, çatışma ve yaralanma/ölüm haberleri gelirken Filistin Yönetimi lideri Mahmud Abbas, İsrail’le bir askeri çatışmaya girmek istemediklerini, sorunlara barışçıl araçlarla çözüm bulmak istediklerini söyleyen bir açıklama yaptı. Geçen hafta Birleşmiş Milletler Genel Kurulu vesilesiyle, gözlemci devlet statüsüne sahip Filistin’in bayrağı göndere çekildiği zaman Abbas bir kahraman edasına bürünmüştü. Ancak mevcut koşullarda Filistin bayrağının BM’de bulunması fiilen hiçbir şey ifade etmiyor. 67 sınırlarında bir devletçiğin kurulması ise, mümkün olabilse bile, hiçbir açıdan Filistin sorununun çözümü olmayacaktır.
Batı Şeria’nın geleceğine barışın ve diplomatik girişimlerin mi yoksa direnişin mi yön vereceğine, eğer direniş seçeneği öne çıkacaksa da bunun sivil nitelikli mi olacağına yoksa askeri unsurları da mı içereceğine son kertede halk karar verecek ve hiçkimsenin halkın iradesine aykırı hareket etme hakkı olmayacaktır. Ancak her durumda kesin olan, Batı Şeria’nın yerlisi Filistinlilerin giderek ağırlaşan işgal koşullarını tolere etme olanağının giderek azaldığıdır.
SELİM SEZER, yazarın kendi bloğundan alınmıştır.