Filistin Merkezi Yürütme Direktörü Mohamed Mohamed yeni yasayla İsrail’de demokrasinin ölmediğini çünkü zaten hiçbir zaman var olmadığını söylüyor
Başlangıcından bu yana İsrail, kendisine (düzmece) bir demokrasi süsü veren ayrımcı bir devlet olmuştur. Bu bir görüş meselesi değil, bir olgudur ve bunu destekleyecek birçok delil vardır.
19 Temmuz 2018 Perşembe günü İsrail parlamentosu “Yahudi Halkının Ulus Devleti olarak İsrail” başlıklı kanun tasarısını yasalaştırdı. Yasayla yalnızca Yahudi halkının “İsrail Devleti içerisinde ulusal kendi kaderini tayin hakkını uygulamaya koyabileceği” belirtiliyor.
Bu yasa Arapçayı da resmi dil statüsünden “özel statü”ye çekti. Dahası yasada Yahudi yerleşimlerinin ilerleyişinin “ulusal değer” olduğu ve devlet iradesinin bu yerleşimleri “desteklemek, inşasını ve yoğunlaşmasını artırmak” üzere hareket edeceği belirtiliyor.
Parlamentonun yasayı 55 red oyuna karşı 62 kabulle onaylamasının ardından İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu “Varoluşumuzun temel ilkesini yasayla kutsal bir yere koymuş olduk” açıklamasını yaptı. Bir başka ifadeyle, İsrail’in varlığının temel ilkesi diğer bütün halklar üzerinde Yahudi hakimiyetini sağlamak ve mümkün olduğu kadar çok Filistin toprağını kolonize etmektir. Ve kendisi bu yobazlığı yasayla kurumsallaştırmış olmaktan gurur duymaktadır.
Bunun sıradan bir yasama olmadığını belirtmek önemlidir, bu yasa artık İsrail’in “Temel Yasaları”nın 16’ncısıdır. İsrail hiç anayasa kabul etmemiştir, bu yüzden bu “Temel Yasalar” esasen İsrail’in anayasal niteliği olan yasalarıdır.
Kuruluşundan beri geçen 70 yıldan sonra “demokratik” İsrail’in neden bir anayasayı yürürlüğe koymadığı merak edilebilir. Cevabının sınırlarını hiç tanımlanmamış olmasının arkasında yatan nedenle aynı olması muhtemeldir: bu sayede yerli Filistin nüfusun üzerinde hâkimiyetini genişletmek üzere seçeneklerini açık tutabilmektedir.
Tipik bir anayasal demokraside, eşitlik ve azınlık haklarının anayasada yer bulması gereklidir. İsrail’in bağımsızlık bildirgesi ülkenin “din, ırk ya da cinsiyete bakmaksızın bütün yerleşik halkının toplumsal ve siyasi haklarının eşitliğine” dayalı olduğunu belirtir ancak parlamentonun kendi kabulü olarak bu bildirge “ne bir yasa ne de tipik bir yasal belgedir”. Bu nedenle, bir anayasanın kabulünden kaçınma Filistinlilerin herhangi temel haklarını resmileştirmekten kaçınmaktır.
Beklendiği üzere “Temel Haklar”ın hiçbiri Filistin azınlığının haklarına açık biçimde değinmez. 1992’de kabul edilen “İnsan Onuru ve Özgürlüğü” temel yasası bile insan hakları konusuna belli belirsiz ve kesinlikle 1948’den sonra ikinci sınıf vatandaş haline gelen Filistinlilerle ilgili olmayacak biçimde değinir. Yasanın Batı Şeria ve Kudüs’te işgal altında ya da Gazze’de tam kuşatma altında yaşayan 4.5 milyon Filistinlinin sorunuyla kesinlikle hiçbir ilgisi yoktur. Bu insanların hiçbiri İsrail vatandaşı değildir -tersinden, tamamı devletsizdir- ve hiç ama hiçbir hakları yoktur. Bu Filistinliler ağır İsrail askerî yönetimi altındadır ve bu konuda hiçbir şey yapamamaktadırlar.
Bu saldırgan biçimde yanlı olan “ulus-devlet” temel yasasına rağmen, İsrail ve onun propagandacıları İsrail’in apartheid bir devlet olduğu iddiası karşısında mızmızlanıyor ve bundan gocunuyorlar. Ancak kendi liderleri ve politikacılarının ifadelerinin tamamı İsrail’in tahammülsüz ve ayrımcı bir devlet olduğu gerçeğini kanıtlamaktan başka bir şey yapmıyor.
Örneğin İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu’nun sözlerini alalım. Yasa tartışmaları esnasında Netanyahu İsrail’in “Ortadoğu’da eşit haklara saygı gösteren tek ülke” olduğunu öne sürdü. Daha sonra da “Bu ülkenin bizim ülkemiz, Yahudi ulusunun ülkesi olduğunu yineliyorum” diyerek devam etti. Tezatlık apaçık ortada ama anaakım medyanın büyük kısmı bunu ortaya koyamıyor. Eğer bir Amerikan başkanı ABD’nin eşit haklara saygı gösterdiğini söyleyip ardından ülkenin Hristiyan halka ait olduğunu söyleseydi kıyamet kopardı.
Sağ kanat Likud Partisi’nden bir başka İsrailli politikacı Mv. Avi Dichter tarafgirliğinde daha da toksözlü: “Bu önemli tasarıyı İsrail’i bütün vatandaşlarının ülkesine dönüştürme amacı güden girişimler şöyle dursun, buna yönelik en ufak bir düşünceyi bile önlemek adına bugün yasalaştırıyoruz.” Filistinlilerle ilgili olarak da şöyle ekliyor: “Yapabileceğinizin en fazlası eşit bireysel haklara sahip olan bir ulusal azınlık olarak aramızda yaşamanızdır ancak ulusal bir azınlık olarak eşitliğe sahip olmak değil.” En azından Dichter’in başarı hanesine görüşleri konusunda açıksözlü olduğu yazılabilir. Bir kere daha, İsrail devletinin darkafalılığı Filistinlilerin fikri değildir. Bu bir olgudur ve İsrail’in liderlerinin sözleri bunu şüphe bırakmadan kanıtlar.
55 redde karşı 62 kabulle geçen yasaya ret oyu verenlerin 13’ü Ortak Liste’dendir, bu grup İsrail’in Filistin vatandaşlarını temsil eden dört partinin ittifakıdır. Geriye, karşı oy kullanan 42 İsrailli parlamento üyesi kalıyor. Bu yüzden, mantıken İsrail seçmenlerinin en az yüzde 60’ının Filistinlilerin zararına İsrailli Yahudileri kayıran bu tür ayrımcı politikaları desteklediği tahmin edilebilir. İsrail toplumu içerisinde böyle yüksek bir sayı en kibar deyimle tedirgin edicidir.
Oylamanın ardından Ortak Liste üyesi olan Filistinli meclis üyesi Ahmed Tibi, “Demokrasinin ölümünü acıyla açıklıyorum” dedi. İronik biçimde, kendisi hatalıdır. İsrail’de demokrasi hiç ölmedi çünkü her şeyden önce zaten hiç var olmadı. Gerçek bir demokraside çoğu yakın dönemde geçirilen, bir grup vatandaşını (Yahudi İsrailliler) diğerlerinin (Filistinliler) üzerinde tutan 50’nin üzerinde ayrımcı yasa olmaz. İsrail, politik sisteminin doğasında olan ve toplumunu veba gibi saran önyargılardan kurtulmadığı müddetçe bir apartheid devleti olarak tanımlanmaktan şikâyet etmemelidir.
[The Jerusalem Furnd sitesinde 20 Temmuz’da yayımlanan İngilizce orijinalinden Göksel Kılınç tarafından BDS Türkiye için çevrilmiştir.]