İsrail’in özellikle sağlık çalışanlarını hedef alması ve Razan’ın öldürülen 29. sağlık çalışanı olması, hedefin ne denli gözetildiğinin en büyük kanıtıdır
İki gün önce son olarak 21 yaşındaki Filistinli hemşire Razan el-Naccar’ın İsrail askeri bir keskin nişancı tarafından hedef alınarak katledilmesinin hemen ardından geç kalan bu yazının yazılmasına karar verdim. Aslına bakılırsa, İsrail’in şiddeti Filistin topraklarında her gün meydana gelen münferit vakalara dönüşmekle birlikte, ilk defa 30 Mart’ta Gazze’de başlayan ve her Cuma yapılan ‘Geri Dönüş Yürüyüşleri’ ve bu yürüyüşlere İsrail askerlerinin müdahale etmesi sonrası 26 Mayıs itibariyle 122 kişi, İsrailli keskin nişancılar tarafından öldürüldü ve 13 bine yakın da yaralı var. Filistinli hemşire Razan’ın katlinin zihinlerde tetiklediği soru ise, Türkiye basınında özellikle Cumhuriyet’te Ceyda Karan’ın ve Şalom’un yazdığı gibi, Hamas militanlarının sınıra saldırısı söz konusu değil miydi?[1] Ya da yine Cumhuriyet’te Aydın Engin’in dediği gibi İzak Rabin bir barış güvercini miydi gerçekten?[2] Eğer denildiği gibi göstericilerin hepsi Hamas militanıysa, hemşire Razan bu hikâyenin neresinde duruyor?
Tüm bu sorulara cevap bulabilmek için, öncelikle daha elzem olarak cevaplanması gereken sorular var. Mesela “Yahudilerin devlet olma hakkı yok muydu?” ya da “İsrail’i eleştiren ve kınayanlar salt bir Arap milliyetçiliğine savrulma mı yaşıyordu?” yoksa “Hiç İsrail’i tanımadan ve bilmeden hamasi bir eleştiri midir bu eleştiriler?” ya da kısaca “İsrail nasıl kuruldu?”
Cevapların hem Arap hem de Yahudi halkları lehine verilebilmesinin en temel koşulu, belirli bir bilimsel temel ve objektif bakış çerçevesinde, duygusallığa sapmadan aklın yolunu izleyerek verilebilir. Temel noktayı aklın ve mantığın yolu alarak, en baştan Yahudilerin iddia ettiği “Tevrat’ta işaret edilen kutsal topraklar” tezini bu yazının çerçevesi dışına çıkarıyorum, zira bu noktadan hareketle hiçbir aklı selim sonuca varılamayacağı kanaatindeyim. Mantık çerçevesine dönülürse, İsrail’e hiç gitmemiş fakat Filistin-İsrail tarihi üzerine okumalar yapmış biri olarak, bu meselenin tarihine dair iki kelam etme hakkını kendimde görebilirim. Çünkü eğer bu yazı İsrail’de yaşayan topluluklar, hayat tarzları veya bu topluluklara dair herhangi bir çalışma olsaydı, hiç gitmemiş birinin ahkâm kesmesi anormal olacaktı. Tarih belirli bir süreklilik çerçevesinde ‘olaylar ve olgular’ üzerinden yürür ve bu olaylar belirli eğilimler, birikimler çerçevesinde yorumlanır ve insanoğlu kendini gerçekleştirirken, kendi tarihini de yapar. Doğal olarak, Filistin tarihine, olaylara yabancı olmayan herkesin, Filistin/İsrail meselesi üzerine iki kelam etme hakkı vardır.
Filistin, Yahudiler gelmeden ‘halksız bir toprak’ mıydı?
Dini ve mitolojik arka plana göz atılırsa; Nil’den Fırat’a uzanan dünyanın en güzel coğrafyasının nesli Hz. Nuh ve oğullarıyla başladı. Coğrafyanın kaderi Nuh’un beş oğuldan Samve onun oğlu Arpakşat’ın oğlu İbrahim ve İbrahim’in oğullarının yüzyıllardır süren kavgasına yer oldu. Mitolojiye göre İbrahim’in Hacer ile evliliğinden olan oğlu İbrahim Arapların soyunu, Sara ile evliliğinden olan İshak ise Yahudileri simgelemektedir. İshak’ın Rebeka ile olan evliliğinden Hz. Yakub doğdu ve Yakub’un 12 oğlu da 12 Yahudi kavmini oluşturur. Yine Tevrat’a göre asıl vatanları Mezopotamya olan Yahudiler İbrahim dönemine kadar Arabistan çöllerinde daha sonra da Mezopotamya ile Akdeniz sahillerini içine alan verimli hilalde yaşadı ve Hz. İbrahim döneminde Filistin’e geldi.[3]
Öte yandan Filistin kavramı Araplara ait değil, Romalılara aittir. Romalılar bölgeyi fethettikten sonra Palestine Prima ve Palestine Seconda olarak böldü. Romalılar sonrası 7. yüzyıldan itibaren 1250’lere kadar Memluklular bu bölgeyi ‘Cund Filastin’ olarak adlandırdı. Memlüklülerden sonra başlayan Osmanlı yönetiminden 1920’deki Filistin’deki İngiliz mandasına kadar bir daha Filistin ismi coğrafi olarak kullanılmadı. Hatta 17. yy’da Hayrettin el-Ramli eserlerinde yaşadığı yere Filistin- Biladuna (bizim ülkemiz) diyor ve bir ‘biz’ olarak ‘Filistinli’ kimliğine işaret ediyor. Anthony Smith’ten yola çıkılırsa, burada vurgu tarihsel sürece yapılmaktadır ve geçmişte tarihe düşülen ‘Filistin’ izi, toplumsal hafızada yüzyıllar boyu muhafaza edilmiştir. Kimlik oluşumunda çok önemli olan bu toplumsal bellek bizzat İsrail’in ilk saldırmak ve yok etmek istediği nokta olması tesadüf değildir. İsrail işgal ettiği ilk günden bugüne kadar topraklardaki Filistin gerçeğini yol tabelalarından köylerin isimlerine kadar değiştirmek ve yok etmek istemektedir. Görüldüğü gibi Siyonistlerin iddia ettiği gibi Yahudiler gelmeden önce Filistin toprakları ‘Halksız bir toprak’ değildi ve kökleri o toprakların en diplerinde olan büyük bir Filistinli Arap nüfusa uzun yıllar ev sahipliği yapmıştı.
“Etnik temizlik operasyonları hangi ülkenin bağımsızlık savaşı tarihinde var?”
Bu dini ve tarihi arka planı vermemin amacı, bugün dahi İsrail’e yapılan en ufak bir eleştiride, Yahudilerin kutsal topraklarına dönme hakkını kullandıkları argümanıdır. Yüzyıllardır Avrupa’da katliamlara maruz kalan ve toplumsal belleğinde bu kadar güçlü acı ve zulüm tarihi olan Yahudilerin (1348’de İtalya’da veba salgının sebebi oldukları söyleniyor, 1482’de İspanya’dan sürülüyorlar, 1515’te İtalya’da gettolara tıkılıyorlar, 1648’de Polonya’da 8 yıl boyunca katlediliyorlar, 1881 Rusya’da katlediliyorlar…) Filistin topraklarına yerleşme, devletleşme ve zalimleşme sürecini bu kadar profesyonelce ve soğukkanlılıkla yönetmelerini insan mantığı kabul edemiyor. 1881’den itibaren göç ederek ve planlı bir şekilde üstelik 1920’de kurumsallaşmaya başlayan ve her bakımdan Yahudilerin lehine olan Filistin topraklarında İngiliz mandası ile birlikte 1948’de devlet ilan etmeleri, süreci bilmeyen birçok kişi için bir ‘Bağımsızlık Savaşı’ olabiliyor. Açılan İsrail arşivlerinde de ortaya çıktığı üzere 1947-48 arası Filistin topraklarında planlı ve kasti bir şekilde yapılan Filistinli Araplara dönük etnik temizlik operasyonları hangi ülkenin bağımsızlık savaşı tarihinde var? Bu noktada aklıma 1944’te İskenderiye’de toplanan Arap ülkelerinin yayınladığı protokol geliyor. Bu protokolde Araplar tüm dünyaya “Yahudilerin acılarını paylaşıyoruz ama Avrupa’nın yaptığı zulmü neden bir ödüyoruz?” diye haykırdı ama Hitler’in zulmünün faturası yine tüm dünya tarafından Filistinlilere kesildi.
Bugün İsrail içindeki Yahudiler bile sosyo-ekonomik, dini ve etnik olarak ayrıştırılırken, Filistinlilerin durumunu tahmin etmek zor olmasa gerek. Aşkenazların Sefaradlar, Sefaradların Mizrahiler ve elbette Mizrahilerin Ortadoğu Yahudilerinden (Falaşa) üstün olduğu bu kast sisteminde, Filistinlilere bir gelecek vaat edilmediğini tüm dünya görüyor görmesine fakat nasıl oluyor da İsrail hala Ortadoğu’nun demokrasi beşiği, parlayan yıldızı oluyor bunu anlamak güç. Hangi demokratik ve 8 milyon nüfusu olan bir Avrupa ülkesinde nüfusunun 2 milyonu başka bir ırktan (Arap mesela) olacak ve bu halk düşman olarak nitelendirilebilecek? Ya da bu halkın sivil ve siyasi hakları yok denecek kadar az olacak, olan da kullandırılmayacak? İsrail’de yaşayan Filistinli Arapların bugün kimliklerinin uyruk kısmında dini aidiyetleri yazıyor, Filistinli değil. Öte yandan Filistinli Araplar İsrail’in 1952’de çıkardığı Uyruk Yasası’na göre vatandaşlık aldılar ve sıfatları da ‘Gaip Mevcut Kişiler’ (Present Absantée)dir. Kendi içinde oksimoron olan bu kavram, Siyonist Yahudi zulmünden kaçan ve Filistin içinde yer değiştirenlerin kendi evlerine bir daha dönmemelerini ve Batı Şeria ile Gazze’ye yığılmalarını hedefliyordu. Bugünkü tablo ne kadar tanıdık değil mi? Üstelik İsrail 48 sonrası Filistinlilerin yoğun olduğu bölgelerde İngiliz mandasından miras aldığı OHAL’i 1966’ya kadar uyguladı ve bu sayede Filistinlilere hiçbir hak tanınmadı, evlerini, kasabalarını yıktı ve Yahudi yerleşimcileri buralara yerleştirdi. Sadece Celile’de 162 Filistinli köyü yok edildi bu süreçte. Hala ülkede olsalar da, sürülmüş Filistinlilerin sahip olduğu her şey kayyuma bırakıldı ve bu kayyumların yetkileri ise malları idare etmek ve isterlerse de Filistinli asıl sahiplerini uzaklaştırabileceklerdi, yaptılar da. Gaip mevcut olduğunu ispatlayana kadar İsrail bu kanunla 300 bin dönüm toprak çaldı ve 1950-60 arası yetkiler sürekli genişledi.
Mesele kimden taraf olunduğudur: Güçlüden mi, haklıdan mı?
Bu noktadan Gazze’deki ‘Geri Dönüş Yürüyüşleri’ne gelirsek, her Cuma ellerinde Filistin bayraklarıyla sınıra, evlerine, topraklarına ve hayatlarına geri dönmek için genci yaşlısı yürüyen işte bu evleri toprakları yasalarla, silahlarla, parayla ve güçle çalınan Filistinlilerdir. Sınıra yürüyen Filistinlilere “Hamas militanları, sınıra bomba koymaya gittiler, İsrail askerlerini öldürecekler, ama İsrail sınırlarını koruyor” demek, Filistin halkını ve tarihini yok saymaya yetmez çünkü bazı gerçekler, paradan, silahtan ve nüfuzdan daha kuvvetlidir. İsrail’in özellikle sağlık çalışanlarını hedef alması ve Razan’ın öldürülen 29. sağlık çalışanı olması, hedefin ne denli gözetildiğinin en büyük kanıtıdır. Yani ne Aydın Engin’in dediği gibi İzak Rabin bir barış meleğiydi, ne de Ceyda Karan’ın dediği gibi İsrail askerlerinin hedef gözeterek ve bilerek-isteyerek öldürdüğü Filistinliler sınırına bomba koymaya çalışan silahlı, bombalı Hamas militanıydı. Rabin Oslo Barış Süreci boyunca bir yandan öylesine bir ‘barış’ derken, diğer yandan İsrail askerlerine Filistinli çocukların kollarının kırılması emri verendi, Rabin, Oslo süreci boyunca yasadışı yerleşimlerin devam etmesi talimatını verendi ve Rabin suikastına dair bugün dahi birçok karanlık nokta hala aydınlanmamıştır. Uluslararası medya, başta ABD olmak üzere tüm dünyada maalesef tek yanlı bir çizgiyle haber yapmaktadır. Daha bugün New York Times Razan’ın katlini, “Hayatını hayatları kurtarmaya adayan kadın Gazze olaylarında hayatını kaybetti” diye veriyorken,[4] ve başta Türkiye medyasında Türkiyeli Yahudilerin mi, yoksa İsrail’in Türkiye sözcüsü mü olduğu ayrımını yapamayan Şalom gazetesi Razan ve diğer Filistinli ölümlerini görmezken, üstelik İsrail şiddeti her geçen gün artıyorken, Filistinlilere ses vermek İsrail’de yaşayan ve İsrail zulmüne karşı çıkan Yahudilere de ses vermektir. Kudüs’te ABD elçiliğinin açılması, BMGK’da Nikki Haley’in İsrail aleyhine çıkacak her türlü kararı bloke etmesi, soruşturma iznini engellemesi veya saklamaya çalışması Filistin topraklarının en diplerine işlemiş bir halkın köklerini koparamayacaktır, burada mesele kimden taraf olunduğudur: Güçlüden mi, haklıdan mı?
*Marmara Üniversitesi, Doktora Adayı, (nazli_koca@hotmail.com).
[1] Ceyda Karan, “Filistin’e Dair…”, Cumhuriyet, 16 Mayıs 2018.
[2] Aydın Engin, “Ahhh!…Savaşanlar amcaoğulları…”, Cumhuriyet, 16 Mayıs 2018.
[3] Kitab-ı Mukaddes Eski Ahit, 1976: Tekvin Bap 13.
[4] “ A Woman Dedicated to Saving Lives Loses Hers In Gaza Violence” NYT, https://www.nytimes.com/2018/06/02/world/middleeast/gaza-paramedic-killed.html
Bu yazı Sendika.Org için kaleme alınmıştır.